Yaklaşık bir ay sonra ittifaklar, koalisyonlar, atomize olan siyasi partilerin yeni dönem politikaları göz önüne alındığında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılında tarihinin en önemli seçimini gerçekleştireceği vurgulanmaya devam ediyor. İttifaklara liderlik eden siyasi partilerin milletvekili listelerini resmen belirlemesi ve yavaş yavaş seçim beyannamelerini de açıklamaları sonucu Türkiye’de yaklaşık iki yıldır hissedilen seçim atmosferi de resmiyet kazanmış oldu. Türkiye’nin içerisinde bulunduğu siyasi gerilim, derinden hissedilen ekonomik kriz ve nepotizmin her geçen gün yeni bir seviye atlamasının doğal olarak seçim beyannamelerine de yansıması kaçınılmazdı. Millet İttifakı’nın Kemal Kılıçdaroğlu liderliğinde, fakirleşen Türkiye halkının desteğini kazanmak için bazen bir mutfakta bazen Türkiye’nin birçok bölgesinde ekonomi, hak ve özgürlük temelli seçim kampanyaları devam ederken Türkiye Cumhuriyeti tarihinde seçim kazanma konusunda ustalaşmış Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Cumhur İttifakı ise milli egemenlik, milli savunma ve teknoloji konularına eğilmiş durumda. Seçim kazanma konusundaki tescillenmiş başarısı yüzünden mi yoksa bir rehavet duygusu ya da seçimin kazanılacağına dair inancın kaybedilmesi nedeniyle mi bilinmiyor ama Cumhur İttifakı’nın seçim kampanyalarında Millet İttifakı’nın şuanlık gerisinde kaldığı ortada. Ancak bugün sizlerle tartışmak istediğim asıl konu bu değil.

21 yıllık iktidar döneminde birçok sloganın toplum üzerinde mobilize edilmesine şahit olduk. Bu açıdan incelendiğinde kimi dönem Rabia’nın ana savunucusu, İslâm dünyasının lideri etiketlerini kimi dönem de Ortadoğu’da barış ve istikrarın ana unsuru sıfatlarını duyduk. Bu aktardıklarım gerçek mi değil mi ya da başarı sağlandı mı sorularının cevapları da yine bu yazı içerisinde yok. Ancak Sloganların kitleleri dönemsel olarak peşinden sürüklediği periyotta akıllarda kalan belki de en kalıcı olanı ‘Dünya beşten büyüktür.’ ifadesi oldu. Bu slogan hâlâ enformatik anlamda dolaşımda yer almaya devam ediyor. Ancak sloganın ortaya koyduğu iddianın arka planı ve gelecek perspektifi göz önüne alındığında sloganın bir iktidar ürünü olduğunu görmek pek de zor değil. Türkiye’de hem iç hem de dış siyasette istikrarın ve doğru politikaların oluşturulması kısa ömürlü olan iktidar sloganlarına değil, devletin stratejik gücüne dayalı var oluş sebeplerine bağlıdır. Bu var oluş sebeplerinden en önemlisi de şüphesiz şudur: Türkiye Cumhuriyeti bir Balkan devletidir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nde gerçekleştirilen seçimlerin etkileri yalnızca Türkiye’yi değil, Balkanları da kapsar.

1912-1913 yılları arasında gerçekleştirilen Balkan Savaşları sonrası fiili olarak Balkan coğrafyasında Türkiye’nin etkisi sona erse de hem sosyolojik etki hem de Türkiye’nin Balkan coğrafyasını stratejik anlamda çok iyi bilmesi aslında varlığın hâlâ devam ettiğinin bir göstergesi. 2022 yılının Ocak ayında Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın Sarajevo’da Bosna Hersek Savunma Bakanlığı ile gerçekleştirdiği görüşme sonrası dönemin Milli Savunma Bakan Yardımcısı Mirko Okolić’in görüşme sonrası ‘Gerçekten çok şaşkınız. Türkler bizim coğrafyamızı bizden daha iyi biliyor.’ yönündeki ifadeleri de Türkiye’nin bölgedeki gücünü itiraf eder nitelikteydi. Yalnızca resmi açıklamalara da gerek yok. Balkan coğrafyasında yer alan ülkelerin köyleri dahi gezildiğinde 500 yıllık bir entegrasyonun etkilerinin güçlü şekilde devam ettiği kolaylıkla tespit edilebilir. Tüm bunlara rağmen seçim kampanyalarını devam ettiren ve seçim beyannamelerini açıklayan ittifakların Balkan coğrafyasındaki gelecek dönem stratejileri ile ilgili hedeflerine açık şekilde yer vermemesi dikkat çekici. Üstelik Sırbistan başta olmak üzere tüm Balkan ülkelerinin dikkatlerini Türkiye’deki 14 Mayıs seçimlerinde topladığı düşünüldüğünde…


14 Mayıs sonrası ise Balkan coğrafyasındaki Türkiye politikalarında nasıl değişimler meydana gelir tartışmalı. Ancak 2017 sonrası Balkan coğrafyasının iki ana aktöründen olan Sırbistan ile tarihinin en yüksek seviyesine çıkartılan ilişkiler gerçekten Millet İttifakı’nın dikkatini çekiyor mu bilemiyorum. Millet İttifakı’nın lideri Kemal Kılıçdaroğlu komşularla sıfır sorun politikası üzerinde dursa da ittifakın içerisinde bir dönemin ‘dış politika uzmanı(!)’ ve hatta dışişleri bakanı, başbakanı Ahmet Davutoğlu gibi bir isim varken bu doğrultuda ne kadar uzlaşı sağlanacak soru işareti. Dolayısıyla endişelerim büyük. Altılı masanın karar alma konusunda yavaşlığı, alınan kararlar sonrası masanın dağılma tehlikesi, listeler dahi belirlenirken kriz çatlaklarının hissedilmesi vs. sorunlar göz önüne alındığında Sayın Kılıçdaroğlu’nun hedefleri Balkan coğrafyasında başarıya ulaşamayabilir. Sayın Davutoğlu’nun büyük Balkan tecrübesi, günümüzde hâlâ Belgrad bürokrasisinin ev siyasetçilerinin gergin şekilde bekleyişini tetikliyor.

Millet İttifakı’nın Cumhur İttifakı’ndan olası şekilde Balkan coğrafyasındaki strateji ve hedefleri devralmasında önemli iki eksiklik var.
1) Sayın Kılıçdaroğlu’nun komşularla sıfır sorun politikasını takip etmek istemesi. Açıkçası bu konudaki kendi bireysel ev partisinin stratejisinde bir sorun gözükmüyor. Çünkü parti mirasının etkisi ile Sırbistan’la ilişkiler korunmak istenecektir ancak konjonktürel olarak 1930’lı yıllardan önemli farklılıklar var. Öne çıkan ilk husus Doğu Akdeniz politikası. Yunanistan’ın bölgedeki yayılmacılığını ve doğal olarak ABD’nin Dedeağaç’a gerçekleştirdiği mühimmat yığınını dengelemeye çalışan Türkiye dış politikası, Yunanistan ile oluşturulmak istenen sıfır sorun politikası ile aynı etkiyi oluşturamaz. Çünkü Her ne kadar günümüzde Cumhur İttifakı’nın lideri Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde ilişkilerin olumlu anlamda tarihi zirveye ulaştığı noktada olsak da Sırbistan, aynı zamanda Güney Kıbrıs Rum kesimine 24 adet B-52 Nora isimli obüs ve 8 adet Miloš isimli 4x4 zırhlı araç satışı gerçekleştirdi. Üstelik ek olarak yine Sırbistan’dan alınan silahlar Güney Kıbrıs’ta büyük gösterilerle sergilendi. Dolayısıyla gelecek dönemde de Güney Kıbrıs Rum yönetimi ile yakın ilişkilerini Yunanistan ile ortak şekilde devam ettirmek isteyen Sırbistan’ın bu hamlelerini dengelemek ya da sınırlamaya yönelik stratejilerin geliştirilmesi gerekiyor. Ancak Sayın Kılıçdaroğlu’nun ‘kökünü kazıyacağım, hesap soracağım, sonuna kadar peşini bırakmayacağım!’ şeklindeki rövanşizm içeren açıklamaları Sırbistan içerisindeki hükümet destekli Türk yatırımcıları ve onların şirketlerini de kapsıyor mu bilinmiyor. Eğer bu yatırımcılar da ‘çete’ olarak tanımlanırsa Türkiye Cumhuriyeti’nin Balkan coğrafyasındaki gücü zarar görebilir.

Aktarmaya çalıştığım bu ifadeler, belirli şahısların ya da güruhun savunuculuğu olarak algılanmamalı. 2000 sonrası İran ve asıl olarak Çin’in Balkan coğrafyasındaki borçlandırma, yatırım, kültürel faaliyetler, otoyol, demiryolu vb. projeler için ortaklıklar geliştirilmesi stratejisi bölgedeki yeni yumuşak güç araçlarını işaret etmeye devam ediyor. Özellikle Çin’in bu konudaki üstün başarısı, 14 Mayıs sonrasında gelecek olan hükümetin rövanşizm üzerinden değil, uluslararası ekonomi politik çerçeveden kazan-kazan ilkesi üzerinden Balkan ilişkilerini kurgulaması gerekliliğini ortaya koyuyor. Bugün Sırbistan sokaklarında ve bürokrasisinde ‘Türklerin tekrardan atla, tankla, tüfekle geri gelmesine gerek yok. Zaten ekonomik açıdan ülkemizi ele geçirdiler.’ yönündeki ifadeleri, Türkiye’nin Balkan coğrafyasında son dönemdeki yayılmacı gücünün etkisini bir başka açıdan açıklıyor.

2) Dışişleri bakanlığı ve başbakanlığı döneminde devlet çıkarlarının üzerinde kendi istek ve düşüncelerini dış politikaya dayatan Sayın Davutoğlu’nun yer aldığı Millet İttifakı, kendisinin yönlendirmesi ile yeniden Bulgar-Sırp-Yunan-Makedon ittifakı diye kendince düşman bir ittifak belirleyip Türk-Arnavut-Boşnak entegrasyonu üzerinden bir Balkan politikası belirlerse gelecek dönemde Türkiye’yi zor zamanlar bekliyor diyebiliriz.
Tarihsel süreç içerisinde milli kimliğini dini kimliğinin önüne koyarak Türkiye’nin Balkan coğrafyasındaki politikalarını zorlaştıran ve asıl doğal müttefiki olarak ABD’yi gören Arnavut toplumu ya da bir devlete sahip olmayan ancak ‘büyük Boşnak devleti’ hayalleri ile suni krizlerin içerisinde araçsallaştırılan Boşnak toplumu ne kadar doğru müttefik hâlâ tartışmalı. FETÖ ile mücadele edilmede en çok zorlanılan ülkeler arasında Arnavutluk, Bosna Hersek ve Kosova’nın bulunması bu durumun bir somut örneğini meydana getiriyor aslında. Halihazırda 2 Ekim 2022’de Bosna Hersek’te gerçekleştirilen seçimleri doğrudan ABD destekli koalisyonun kazanması ile birlikte Türkiye, Bosna Hersek’teki etkisinde de önemli kırılmalar yaşadı. Üstelik Sayın Davutoğlu’nun Türkiye’nin gelecek dönemdeki dış politikası konusundaki fikirleri merak konusu.
Geçtiğimiz dönemde aralarında tarihi sorunlar olan ve bir araya gelmeleri çok zor olan Bulgar-Sırp-Yunan-Makedon ittifakının içinin ne kadar boş olduğunu doğru analiz etmek gerek. Dolayısıyla Türkiye’nin Balkan coğrafyasındaki devlet çıkarlarını koruyan stratejileri ile sosyolojik bağlarımız arasında keskin ayrımlar yapılmalı ve hatta 2017 sonrası gerçekleştirilen bu ayrımlar korunmalı.
Türk-Arnavut-Boşnak toplumları arasındaki simbiyotik bağ göz önüne alındığında ‘Türkiye Kosova’dır, Türkiye Boşnakların doğal hâmisidir.’ ifadeleri sosyolojik düzlemde geçerli olabilir. Ancak devlet çıkarları göz önüne alındığında pragmatist ve rasyonel perspektiften yaklaşılması gerektiği unutulmamalı. Sırbistan ekonomisinde Çin ile yarışan Türkiye’nin Balkanlardaki barış ve istikrarı sağlaması için artık geçerliliği olmayan ve üstten bakan popülist söylemlere ihtiyacı yok. İç politikada ve dış politikada Türkiye’nin kazançlı olması, istikrarlı olması rövanşizm ya da popülizm üzerinden gerçekleşmemeli. Sırbistan başta olmak üzere bu durumu iyi bilen Balkan ülkeleri, hangi ittifakın kazanacağı üzerinden şimdiden stratejilerini hazırlamış gözüküyor. Peki ya Türkiye?