Kelimeleri, yazıları, kitapları oluşturan birer işaretten mülhem bir küme; Alfabe. Tek başına bazı sesleri sembolize etmek dışında bir anlam ifade etmeyen -istisnai durumları olabilir; örneğin Çince’de tek bir harf gibi yazılabilen kelimeler mevcut- harfler belirli kurallara göre yan yana dizilimi ile anlamlı bütünler oluşturur. Bu anlamlı bütün söze bir hüviyet kazandırdı. Alfabe’nin yazılı olarak söze bir hüviyet kazandırması, anlamın insanlık hafızasında derin bir yer edinmesini sağladı. Harfler yazımı sağlayan bir araç olmasının yanında bize zihin dünyamızı sunan birer yoldaş oldu.

Tarihte ilk olarak Fenikeliler tarafından geliştirildiği düşünülen alfabenin daha sonrasında Sami dillerinde, Mısır ve Yunan dilinde gelişim gösterdiğini bugün yapılan araştırmalar neticesinde görüyoruz. Tabi daha öncesinde yazı var mıydı, bir alfabe sistemi kurulmuş muydu? Bu sorulara kesin bir cevap vermek mümkün değil. İlgili alanda çalışan tarihçilere konunun bu tarafını bırakarak alfabenin bizim gündemimizde aldığı yer üzerine değinelim. 

Yakın zamanda Mahir Ünal’ın açıklamaları sebebiyle harf inkılabı ve alfabe meselesi yine gündem oldu. 19. yüzyıl sonlarından itibaren Osmanlı’da farklı çevrelerden özellikle gazetecilerden kimi isimlerin alfabe konusunda bir değişim önerisinde bulunduğu görülüyor. 1860’lı yıllarda Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniyye’de yapılan bazı tartışma ve çalışmalar, Namık Kemal ile İran Elçisi Malkum Han  arasında Hürriyet gazetesinde 1864 yılında gerçekleştirilen tartışmalar bu alfabe değişimi tartışmalarına örnek verilebilir. Latin harflerinin kullanımı ise daha çok yüz yılın sonunda ve 1900’lerden itibaren bir öneri olarak ivme kazanmaya başlamış. Bu yıllar boyunca çeşitli gayrimüslim gazeteleri ise zaten Latin harfleri ile basılıyordu. Cumhuriyet’ten sonra harf inkılabı gündeme geldiğinde konu yeni bir tartışma değildi. Burada yazıda bir değişiklik olmaması gerektiğini savunan Kazım Karabekir, Avram Galanti, Halid Ziya Uşaklıgil, Zeki Velidi Togan gibi isimlerin yanı sıra böyle bir değişimin eğitim-öğretim için elzem olduğunu düşünen Hüseyin Cahit Yalçın, Falih Rıfkı Atay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hüseyin Suphi Tanrıöver ve Kılıçzade Hakkı gibi isimler ise okuma ve yazma karmaşasının giderilmesi gerektiğini savunan bir müşterek üzere idi.  

Nihayetinde Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde harf inkılabının gerçekleştirilmesi ile tartışmanın hükmü ortadan kalkmış oldu. Ancak o günden bugüne harf inkılabı üzerine görüş ayrılıkları devam ederken, bu görüş ayrılıkları keskin bir hizipleşme ve çatışma ortamında kendi mahiyetini aşkın bir yer edindi. Harf inkılabı “Bir gecede cahil kaldık, bizim alimlerimizi bir gecede cahil bırakarak bizi bu hale getirdiler” diyenler ile “Arap harfleri yüzünden okuma yazma öğrenilemiyordu, hep o harfler ve Arapça, Farsça kelimeler yüzünden geri kaldık, ileri gidebilmek, çağdaş olabilmek için harf inkılabı vazgeçilmezdir.” diyenler arasında cereyan eden gerilimin ana unsurlarından biri oldu. Her iki yaklaşımın temsil ettiği düşüncelerin gördüğümüz kadarıyla gerçekten harf inkılabını analiz etmek gibi bir durumu söz konusu değil. Oysa ki harflerin kullanımı meselesi siyasi, kültürel, pedagojik, sosyolojik ve tarihsel pek çok açıdan ehemmiyet arz eder ve bu titizlikle incelenmesi gerekir. 

Harf inkılabı gerçekleştiği günden bu yana “cehalet” yangınına körükle giden farklı grupların savaş sahası oldu.

Kelimeleri ve harfleri yalnızca birer sembol olarak görmek, onları bir takım kodlar karşılığı olan şekillerden ibaret, yalnızca birer ses ifadesi olarak anlamlandırmak dilin mahiyetini kısırlaştırmak olarak görülebilir. 20. yüzyıl düşünürlerinden Hans-Georg Gadamer, felsefi hermenötik üzerine geliştirdiği düşüncesinde, anlamanın dil ile ancak bir hakikat bulduğunu, dilin burada tıpkı iki insan arasındaki diyalogda olduğu gibi yazılı metinler üzerinde de dilin böyle bir işlevi olduğunu zikreder. Dilin yalnızca semboller ve seslerden oluşan matematiksel bir karşılığa hapsedilemeyeceğini görürüz Gadamer’de. Bu bir metnin, yazının diriliği açısından da bize önemli bir pencere açıyor. Yazının bildiğimiz uzun tarihi, bugün üzerine tartıştığımız iki farklı alfabenin aslında bir kökten gelmiş olabileceğini bize gösteriyor ve şekillerle anlatılmak istenenin belirli bir anlam bütünü oluşturmasının Gadamer’in değindiği noktadaki canlılığı taşıdığını da bu olgu ile açıkça görüyoruz. O halde diyebiliriz ki, alfabenin ne olduğu araçsal anlamda elbette önemlidir ancak derinlikli bir muhtevadan söz edecek isek, alfabe tercihinin ne olduğu ortada var olan dilsel işlev ve muhatapların yorum gücünden sonra bir önem kazanır. 

Seslerin karşılığını, belirli kod ve dekoder ilişkisi bağlamında en işlevsel kullanılan araç üzerinden oluşturmak alfabe üzerine yapılan tartışmalarda daha önemlidir. Bununla birlikte meselenin ideolojik vecheleri de göz ardı edilemez. Arap alfabesinin kullanılmaması bunu talep eden herkes için daha kolay ve anlaşılabilir yazı öğretimi için değil, “Arap” olduğu için de istenmemişti. Keza aynı şekilde Latin alfabesinin kullanımına karşı çıkan Avram Galanti ise Japon Büyükelçiliği ile yaptığı görüşmelere dayanarak yazı meselesinin bir lisan meselesi olduğunu, lisanın ise ecdad mirası olduğunu vurgulayarak bu değişime karşı çıkmıştır. Bu alfabenin Kur’an-ı Kerim harflerinden oluşuyor olması ise bir başka açıdan değişime karşı çıkanların dayanak noktalarından biri. Harf inkılabı gerçekleştiği günden bu yana “cehalet” yangınına körükle giden farklı grupların savaş sahası oldu.

Dilin taşıdığı miras ve kavramların zihin inşası yapısal bir işlev görür. Düşüncelerimizi, anlayışımızı, hayallerimizi ve tüm bunlar ile ilgili çıktıları aslında dilde var ederiz. O nedenle dilin bize sağladığı zengin kaynağı olabildiğince kana kana değerlendirmek gerek

Osmanlıca müktesebatın harf inkılabının gerçekleştiği zamanlarda sahip olduğu hacmi göz önüne alırsak o günlerde bu değişime karşı çıkmanın haklı yanları yoktur diyemeyiz. Tanzimat sonrası süregelmiş alfabe tartışmalarında olduğu gibi yine yazıda iyileştirme, imla ve noktalama katkıları söz konusu olabilir diyenler bir nebze uzlaşı taraftarı olarak, mevcut eserlerin, bu eserlerde yer alan kelime ve terkip çeşitliliğinin korunmasından yana bir tavır sergilediler. Latin harflerinin kabulü ise gerçekten dilin okunması ve yazılmasını öğretmek açısından sağladığı kolaylık nedeniyle gayet cazip bir öneriydi. Bununla birlikte batılılaşma gayesi ve batı dilleri ile irtibatın kolay kurulması da bu inkılabın amaçları arasındaydı. Mevzubahis gaye itibariyle harf inkılabına mesafeli yaklaşım ve eleştiriler makul bir karşılık bulabilir. Aslında bu bağlamda yapılacak eleştirilere dilde sadeleşme hareketi ve özcü yaklaşım yada öz Türkçe furyası muhatap görülmeli. 

Üniversitelerin yaşadığı bilimsel ufuk sorununa, gençlerin okuma ve anlamaya dair yaşadığı zorluklara, kültürel ve entelektüel gelişimin önünde var olan engellere, eleştirel düşüncenin teşekkülünde mevcut eksikliklere, eğitim sistemi tartışmalarına ve daha nicesine yüz yılı aşkın süredir yapılan tartışmaların üstüne hiç bir katkı sunmadan tekrar tekrar yeniden gündeme gelmesi bizi yalnızca kısır bir anlam kümesine hapseder. Artık alfabenin ne olduğu tartışmasının terk edilerek alfabenin ABC’sini idrak edip, anlam üzerine tefekkür etmenin vaktidir

Dilin taşıdığı miras ve kavramların ortaya koyduğu zihin, yapısal bir işlev görür. Düşüncelerimizi, anlayışımızı, hayallerimizi ve tüm bunlar ile ilgili çıktıları aslında dilde var ederiz. O nedenle dilin bize sağladığı zengin kaynağı olabildiğince kana kana değerlendirmek gerek. Yukarıda değinildiği üzere harf inkılabından ziyade dilin uğradığı  budanma manaya dair sebep olduğu daralma neticesinde düşünce ufkuna zarar vermeye meyyaldir. Ancak bu harf inkılabından mütevellit gerçekleşmeyip, dile ve dilin kullanımına dair yaşanan süreçle ilgilidir. Ancak dedelerinin mezar taşını okumak için olmasa bile ilk ve orta okul düzeylerinde Osmanlıca okuma ve yazmanın en azından matbu metinleri okuyabilecek düzeyde öğretilmesi eğitim sürecine sunacağı fayda ve gerçekten kelime dağarcığı açısından çocuklarımıza yapacağı katkı nedeniyle önemlidir. Hali hazırda okullarda seçmeli ders olarak veriliyor, bu tartışmaya yeni nesillerin artık eski yazıyı dedelerinin mezar taşı için değil, Osmanlı’da çıkan ilk gazeteyi okumak için, Cumhuriyet’in kurucularının ilk zamanlarda yazdıklarını kendi el yazılarından okumak için bilmesi son derece makul bir nihayet oluşturmaktadır. 

Üzerinden 94 yıl geçtikten sonra harf inkılabını hizipler arası bir modernleşme çatışması olmaktan çıkarıp tarihsel bir olay, kültürel bir vakıa olarak ele almalıyız. Harf inkılabının etrafında iki keskin tarafın birbirini itham ettiği suçlamalar ekseninde kısır tartışmalar bugün artık hiçbir soruna dair çözüm üretmeye muktedir değildir. Üniversitelerin yaşadığı bilimsel ufuk sorununa, gençlerin okuma ve anlamaya dair yaşadığı zorluklara, kültürel ve entelektüel gelişimin önünde var olan engellere, eleştirel düşüncenin teşekkülünde mevcut eksikliklere, eğitim sistemi tartışmalarına ve daha nicesine yüz yılı aşkın süredir yapılan tartışmaların üstüne hiç bir katkı sunmadan tekrar tekrar yeniden gündeme gelmesi bizi yalnızca kısır bir anlam kümesine hapseder. Artık alfabenin ne olduğu tartışmasının terk edilerek alfabenin ABC’sini idrak edip, anlam üzerine tefekkür etmenin vaktidir.