Seçim süreci yaklaştıkça kronik sorunlar üzerindeki tartışmalar yeniden gündemimize girmeye başladı. On yıllardır çözülemeyen Alevi sorunu ve önceki seçimden bu yana güvenlik savunmalarıyla masadan kaldırılan Kürt sorunu da yeniden iktidar ve muhalefetin söylemlerinde.

Azınlıklar konusu; Türkiye’deki kimlik tanımı, resmi dini öğreti, sosyal alanlarda yaşanan sorunlar sebebiyle birçok grubu ilgilendiren esaslı bir mesele. Tarihsel süreci, hedeflediği Avrupa normları gibi unsurlar açısından ise Türkiye için büyük öneme sahip bir tartışma alanı.

Teorik olarak azınlıklar ve azınlık hakları konusu hukuki değerlendirmeye tabi bir konu. Ben hukuki kısmına ve Türkiye’yle ilgili birkaç uluslararası davaya değinmeden önce kısaca tarihsel akıştan bahsetmek istiyorum.

Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önceki yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu açısından çok kültürlü yapının zorlukları ve azınlıklar gündemiyle anılmış.

Kendisinden önce onlarca etnik ve inanç unsurunu barındıran bir imparatorluğun merkezinde kurulan Türkiye’nin, çok kültürlü bir yapıyla beraber kurulduğu dönem şartları itibariyle bazı refleks ve tehlikeleri de devraldığını söyleyebiliriz. Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önceki yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu açısından çok kültürlü yapının zorlukları ve azınlıklar gündemiyle anılmış.

On yedinci yüzyılda başlayan sorunlar 1800’lerin başında zirveye ulaşmış ve 1820’lerdeki Yunanistan bölgesi olaylarıyla önü alınamaz bir şekle bürünmüş. İmparatorlukta başlayan bu hareketler, süreç içinde bazı refleksler yaratmış. Çözüm olarak başlarda Gülhane Hatt-ı Hümayunu ve Tanzimat dönemiyle, imparatorlukta yaşayan bütün grupların ayrım gözetilmeden eşitlik ve özgürlükle beraber yaşaması amaç olarak sunulmuşsa da başarılı olunamamış ve dönemin entelektüelleri, Türk kimliği ile Türkçe’nin hakimiyetini artırmak için çaba göstermişler.[1]

Savunmacı bir reflekse dönüşen Türk Milliyetçiliği, azınlıklarla veya farklı kimliklere sahip kesimlerle çatışmak durumunda kalmış. Anadolu’nun Rum Ortodoks halkı mübadele edilmiş, Ermeni olayları sonucu tehcir ve toplu ölümler yaşanmış. Milyonlardan oluşan Ermeni topluluğu kısa sürede 65 bine düşmüş, 2 milyonu aşkın Rum nüfusu 120 bine inmiş.

Ayrılma ve diğer hadiseler sonrası Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde hakim inanç grubu Müslümanlar olurken Türkler ve Kürtlerden oluşan iki büyük etnik grubu kalmış. Bunlara ek olarak nüfusları çok az olan çeşitli gruplar da yaşamaya devam ediyor: Ermeni, Rum ve Süryani Hristiyanlar, Yahudiler, Çerkesler, Lazlar, Arnavutlar, Araplar ve Balkanlar ile Kafkasya’dan göç eden diğer gruplar.[2]

Cumhuriyet’in tek parti dönemi azınlık politikaları incelendiğinde, devletin kuruluş sürecine kadar artarak gelen Türk milliyetçiliği ideolojisinin ve buna bağlı olarak oluşan baskıların arttığını görüyoruz. 1923 ile 1965 arasındaki gelişmeler; Yahudi, Rum ve Ermeni vatandaşlara yönelik sistematik baskıların uygulandığını gösteriyor.

Trakya hadiseleri, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül hadiseleri, 1964 İnönü Kararnamesi, Dersim katliamı, Ağrı isyanı gibi birçok örnek dönemle ilgili ciddi veriler sunuyor.

Diğer yandan gayrimüslim olmasa da Türk kimliği dışındaki gruplara da benzer baskıların ve müdahalelerin yapıldığını söyleyebiliriz. Trakya hadiseleri, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül hadiseleri, 1964 İnönü Kararnamesi, Dersim katliamı, Ağrı isyanı gibi birçok örnek dönemle ilgili ciddi veriler sunuyor. Genel anlamda izlenen politikanın, Müslüman olmayan farklı etnik grupları vatandaşlıktan çıkarmayı sağlayarak Müslüman olan fakat Türk olmayan grupları ise farklı yollarla asimile etmek olduğunu söyleyebiliriz.[3]

1965 sonrası azınlıklar ve farklı kimliklere yönelik yaklaşımlar konusunda dönem dönem yumuşamalar ve gelişmeler yaşanmış olsa da 2002 ile başlayan reform sürecine kadar ciddi gelişmeler göremiyoruz. 2002 sonrası süreçte hem dini azınlıklar hem de etnik olarak farklı kimliğe sahip olan gruplarla ilgili birçok kanuni düzenleme ve kültürel çalışma yapıldı. Avrupa Birliği uyumu çerçevesinde atılan bu adımların son yıllarda sekteye uğradığını ve bir kısmının yükselen milliyetçilik dalgasıyla beraber rafa kaldırıldığı da herkesin malumu.

Türkiye’de çok kültürlü yaşamın sorgulanmasına yönelik yapılan araştırmalar, farklı etnik ve dini gruplara mensup olmayanların bu konudaki hassasiyet ve bilincinin yüksek olmadığını gösteriyor.

Bununla beraber farklı grupları barındıran Türkiye’nin çok kültürlü yapısı, sadece politik ve hukuki olarak değil toplumsal olarak da incelenmeli. Türkiye’de çok kültürlü yaşamın sorgulanmasına yönelik yapılan araştırmalar, farklı etnik ve dini gruplara mensup olmayanların bu konudaki hassasiyet ve bilincinin yüksek olmadığını gösteriyor. Örneğin azınlık okullarında okuyan öğrencilerle yapılan bir çalışmada konuşanlar; Türkiye toplumunun çok kültürlülüğün değerini ve anlamını bilmediğini, bunu bir zenginlik olarak değil tehdit olarak algıladıklarını belirtiyorlar.[4]

Bu algının oluşmasında siyasetin, öğretilerin, eğitimin ve elbette hukuk zemininin ciddi payı var. Neredeyse kangrene dönüşen bu sorunların her seçim öncesi vaatlere meze olması da konunun diğer boyutlarının ele alınmasını engelliyor.

Hukuk literatüründe azınlık hakları ne ifade ediyor, bunlar Türkiye’yi neden ilgilendiriyor ve karşısına nasıl çıkıyor sorularını sonraki yazıda ele almaya çalışacağım. Şimdilik o boyuta geçmeden temel değerlendirme ilkem Yunus Emre’den: "Sen sana ne sanırsan, ayruğa da onu san". Ben, inanç ve vicdan turnusolunun “öteki” olduğunu düşünüyorum.


[1] Burak Çalışkan, Bir Kurucu İdeoloji Olarak Türk Milliyetçiliği, Ortadoğu’yu Kuran İdeolojiler, Ed. Zekeriya Kurşun, İstanbul, Vadi, 2019, s. 122-127.

[2] Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul, İletişim, 2021, s. 196.

[3] Şener Aktürk, Etnik Kategori ve Milliyetçilik: Tek - Etnili, Çok - Etnili ve Gayri – Etnik rejimler, İstanbul, Doğu Batı, 2006, s. 24-50.

[4] Fatih Yazıcı, Azınlık Okullarında Tarih Eğitimi ve Çokkültürlülük, İstanbul, Yeni İnsan Yayınevi, 2015, s. 143.