Geçtiğimiz yıl yaz aylarına girerken ülke gündemine konu olan meselelerin arasında Marmara Denizi’nde meydana gelen müsilaj önemli bir yer tutmuştu. Marmara’nın ölüm habercisi olarak anılan müsilaj üzerine yaz ayları boyunca çevre kirliliği ve çözüm önerileri konuşulmuş, farklı kurum ve makamlar arasında sorumluluk(!) bir türlü paylaşılamamıştı.
Marmara Denizi üzerine başlayan bu tartışmalar içerisinde müsilajla mücadele için yapılabilecekler kimi zaman tartışılmış ve farklı uzmanlar TV ekranlarında biyolojik mücadele, temizleme çalışmaları konusunda açıklamalarda bulunmuştu. Her ne kadar ekranlarda bu uzmanların görüşlerine yer verilse de tartışmaların odağını İBB, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, İBB eski yönetimi gibi çerçevelerde bir ihmal ve sorumluluk kavgası oluşturmuştu. Bugün bu yazının konusu mevzubahis tartışmalar veya ihmaller değil, bu yazıda çevreye dair konumumuzu değerlendirmeye açmak istiyorum. Ancak yine de çevre felaketlerinin ülke gündemine hatrı sayılır bir şekilde girebildiği nadir konu başlıklarından olduğu için müsilaj hususu ve etrafında gelişen tartışmaları da anmak istedim.Öncelikle insan ve çevre ilişkisine dair kısa bir girişin ardından müsilaj ile birlikte muhatap olduğumuz çevre felaketlerini her açıdan ele almaya çalışacağım.
Modern toplum 19.yy da yaşanan endüstriyel gelişimin ardından tabiat ile daha önceki insanların kurduğu ilişkiden farklı boyutlarda bir ilişki kurmaya başladı. İnsanoğlu yüzlerce yıldır tabiatın içerisinde yaşamını sürdürmek için çeşitli değişiklikler yaptı. Hayat kurmak için su kaynakları, madenler, ormanlar ve daha pek çoğunu kullandık ve dönüştürdük. Ancak sanayileşme sürecinden itibaren bu kullanım ilişkisi daha ziyade bir tahrip ve tüketim ekseninde oldukça hoyrat bir şekilde gelişti. İngiltere’de sanayinin geliştiği bölgelerde çeşitli canlılarda gözlenen değişim ve su kaynaklarının uğradığı tahribat ile bu süreçte ilk kez insanoğlunun çevreye olan olumsuz etkisi gözlemlenmeye başladı. 1952’de Londra’da yaşanan “Zehirli Sis” veya “Öldüren Sis” olayı ise ABD’de maden ve sanayi bölgelerinde görülen hava kirliliği ile birlikte artık modern dünyanın çevreye etkisinin fark edilmesinde bir dönüm noktası oldu. ‘Büyük Londra Sis’i’ 1952 yılında yaşandığı dört gün boyunca binlerce insanın sağlığını olumsuz etkiledi. 4000-4500 arası sayıda kişinin doğrudan ölümüne sebep olması ve akabinde influenza hastalığına yönelik etkisi ile daha binlerce insanın hastalığına sebep olan sis sonucunda sanayi bacalarının insanlığı ve doğayı nasıl zehirlediği görülmüş oldu. İlerleyen on yıllarda enerji ve kalkınma maksadıyla yaşanan gelişmelerin çevreye dair tahrip edici etkileri üzerine daha çok çalışıldı. 1980’li yıllardan itibaren dünyanın sonu olmasından korkulan bu tahribat için önlem almanın yolları üzerine araştırmalar ciddi bir ivme kazandı.
Bilindiği üzere 2000’li yılların başından beri uluslararası kamuoyunda Küresel Isınma ve çevre kirliliği önemli bir yer edinmekte. Küresel ısınma en temel manada; ‘sera gazları’ olarak adlandırılan gazların güneşten gelen farklı dalga boylarındaki ışığı geri yansıtması ve soğurmasından oluşan düzenin bozulması yani sera etkisi olarak adlandırılan doğal sürecin enerji üretimine bağlı faaliyetler neticesinde sera gazlarının miktarlarındaki etkisi sebebiyle Güneş’ten gelen ışığa karşı geçirgen ancak Dünya’dan geri yansıyan ışığa karşı daha az geçirgen olması neticesinde yeryüzünde meydana gelen sıcaklık artışı, ısınma olayıdır.1990’lı yıllarda dünya genelinde konuya ilişkin harekete geçilmesi devletler düzeyinde çalışmaların başlaması söz konusu. 2007 yılında IPCC yani Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli 4. raporunda 1850 yılından beri gözlemlenen en yüksek sıcaklık değişiminin 1995-2006 yılları arasında yaşandığı zikredilmiştir. 20.yy’ın son on yılında geriye dönük hesaplanabilen bin yıldan daha fazla sıcaklık artışı meydana gelmiş; 1998 yılı o güne dek ölçülen ve tahmini bin yıllık bir süreç için en yüksek sıcaklıkların olduğu sene olarak kayda geçmişti. Küresel ısınma neticesinde 1906-2005 yılları arasında yüzey sıcaklığındaki artış 0.74 Co olmuş. Bu bağlamda devletler IPCC, Kyoto Protokolü gibi girişimler ile bu gidişata dur demenin yollarını arasa da küresel ekonomi ve modern toplum bu gidişatın seyrini değiştirebilecek güçlü adımlardan yoksun durumdadır.
Dünya’nın daha yaşanabilir bir yer olması üzerine kurulan yeni dünyanın aynı zamanda yaşayan “eski” dünyayı öldürüyor olması bir tezat değil mi? Küresel ısınma, doğal kaynakların tüketimi ve tahribi, su kaynaklarının kaybolması ve kirlenmesi, hava kirliliği, sera gazlarında yaşanan dengesizlik ve ozon tabakasının delinmesi tamamen mevcut yaşam tarzımız ve “kalkınma” anlayışımız sebebiyle gerçekleşiyor.
Dünya’nın daha yaşanabilir bir yer olması üzerine kurulan yeni dünyanın aynı zamanda yaşayan “eski” dünyayı öldürüyor olması bir tezat değil mi? Küresel ısınma, doğal kaynakların tüketimi ve tahribi, su kaynaklarının kaybolması ve kirlenmesi, hava kirliliği, sera gazlarında yaşanan dengesizlik ve ozon tabakasının delinmesi tamamen mevcut yaşam tarzımız ve “kalkınma” anlayışımız sebebiyle gerçekleşiyor. İklim değişikliği, iklimin bozulması neticesinde doğan tarım, yerleşim sorunları ve bunlara bağlı olarak yaşanan ve yaşanacak olan göç hareketleri. Yaklaşık 250 yıldır kurulan bu daha yaşanabilir dünya bir süre sonra insanların bir kısmı için yaşanabilecek hiç bir yer bırakmayacak. Bu bağlamda teknolojik gelişim, tıbbi gelişim ve ekolojik değişimlerin daha insani bir projeksiyon ekseninde kurgulanması hayati bir önem taşıyor.
Bu kapitalist dünyanın fark edilmeyen bir öğretisi aslında. “Bugün tüket ve bugünü tüket, yarın ancak ben varsam vardır” şeklinde bir anlayışı gözler önüne seren bir öğreti bu.
İnsanın hayatı nasıl yaşadığı, alışkanlıkları, tüketim ve üretim ahlakı aynı zamanda ontololojik olarak varlığa, doğaya, insana ve hayata nasıl yaklaştığı ile doğrudan ilişkili. Antik çağlardan günümüze izleri kalan uygarlıkların hemen hepsi doğaya hükmetmeye çalışmış olsa da doğanın şartlarına boyun eğmişlerdi. Modern ve modern sonrası toplumda ise kalkınma ve tüketim tüm tabiata ve varlığa bakışı şekillendiren temeli oluşturduğu için gerektiğinde gaddar bir şekilde insanoğlu doğaya hükmetti. Havayı, suyu, toprağı hesapsızca kirletip, hoyratça kullandığımız zaman bizden geriye bir dünya kalıp kalmamasını umursamaz hareket etmiş oluyoruz. Bu kapitalist dünyanın fark edilmeyen bir öğretisi aslında. “Bugün tüket ve bugünü tüket, yarın ancak ben varsam vardır” şeklinde bir anlayışı gözler önüne seren bir öğreti bu.
Bu öğretinin bize nelere mal olduğunu kısaca konuşmak, ülkemizde çevreye dair durumu incelemek üzere konuya ilerleyen yazılarda devam edeceğim. Kısaca genel durumu inceledikten sonra, çevre ile olan ilişkimizin bireyden topluma, işletmelerden devlete ve hayvanlardan ormanlara hangi boyutlarda nasıl olması gerektiği, hangi hassasiyetler ile ele alınması ve neler yapılabileceği hususunda görüş ve önerilerimi bu yazı dizisi etrafında sunmaya gayret edeceğim.