Bugün soluduğumuz atmosfere doğru yol alırken önemli eksiklerden birisi, baskı unsuru olabilecek sivil toplum kültürünün yerleşmemiş olmasıydı. Sivil toplumun çalışmaları ve önerileri, demokratik yapı içinde hayati öneme sahip.

Doğu - Batı kültürleri arasında genelleme yapmayı seven birisi değilim ama takip edebildiğim kadarıyla bu noktada bariz bir yoksunluğumuz var. En azından içinde yaşadığımız toplumun devlet refleksleriyle çok kolay yönlendirilebildiği ortada.

Ben bu döngüde hep bir gariplik hissettim. Toplum ve bireyin tercihleriyle devlet politikalarının şekillenmesi gerekirken devleti yöneten muktedirlerin toplum algısını yönetmesi ağır faturalar ödetiyor hepimize.

Ödenen faturaların neticesinde her geçen sene kayba uğruyoruz, yoksullaşıyoruz. Sadece ekonomik bir yoksullaşmadan söz etmiyorum. İnsan kaynağı olarak yoksullaşıyoruz, kültürel anlamda yoksullaşıyoruz, neşede yoksullaşıyoruz, cüzdanda yoksullaşıyoruz.

Bu yoksullaşmanın farkında olarak veya olmayarak toplumdaki çatışmalardan beslenen gruplar var elbette. Toplumun büyük bir kesimi ise farkında olmadan bu politikaları destekliyor, sözümona devlet aklıyla düşündüğünü iddia ederek birçok süreci sorgulamadan atlatıyor.

Sivil toplum örgütlerinin önemi tam olarak bu noktada belirginleşiyor. Toplumu oluşturan bireylerin asıl kimliği olan sivillik, bize “akıl” dayatan devletlerin haricinde beliriyor.

Bu yazıda asıl niyetim direk DİSA’nın hazırlamış olduğu Çatışma Çözümü ve Barış İnşası serisini ele almaktı. Fakat 3 gün önce duruşmaya çıkan Şebnem Korur Fincancı’nın savunmasında kullandığı “Hak yolunda çalışan bir kimsenin devlet adamı değil, sadece yurttaş olarak kalması gerektiği” ifadeleri bana bu konunun önemini hatırlattı tekrar.

Bu yazıda kendisine atıf yapmam garip olsa da İsmet Özel’in şu dizeleri aynı mesajı oluşturmuştu zihnimde: “polistir babam / Cumhuriyetin bir kuludur / bense / anlamış değilim böyle maceralardan.”

Birkaç ay önce ekip arkadaşlarımızın yaptığı söyleşinin başlığında da bu mesajı net bir şekilde vermiştik. “Ya Sivil Ya Polis” diyerek konuşmuşlardı, dileyenler söyleşinin deşifresine sitemizden ulaşabilir.

Gelelim asıl konuya. Böyle maceralardan anlamayanlar, ellerinde olan imkanlarla sözlerini söylemeye gayret ediyorlar hala. Bu noktada zevkle yayınlarına baktığım kurumlardan birisi Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü.

Birkaç yıldır hazırladığı raporlarla çatışma çözümü ve barış inşası konusunda dünya deneyimlerine ilişkin süreçleri aktaran DİSA; sivil toplum aktörleri başta olmak üzere bu alanda çalışan aktörlere dikkat çekiyor.

Endonezya, Filipinler, Meksika, Sri Lanka, Nepal, Ruanda, Sudan gibi örneklerin incelendiği rapor sayısı en son 11 ‘e ulaşmış. Her bir rapor farklı ülkeyi, farklı dinamikleri, farklı çözüm arayışlarını ele alıyor. Bize, her bir rapordaki örnekten alacağımız dersler ve barışı zor görenlere vereceğimiz mesajlar sunuyor.

Örneğin Endonezya – Açe süreci, ülke nüfusunun çoğunluğunun ve çatışan tarafların Müslüman olması açısından incelenebilecek bir model sunuyor. Sürecin başarıya ulaşmış ve çatışmanın sona ermiş olması da bu örneği daha değerli kılıyor.

Türkiye’nin 2012 yılından itibaren dört arabulucu ülkeden biri olarak barış sürecine destek sunduğu Filipinler – Bangsamoro örneği de Bağımsız Silahsızlandırma Organı mekanizması açısından ilgi çekici. Çatışmanın gerekçesinde Kürt sorunu gibi etnik kimlik temelli sorunlar olması da temel benzeşme noktası.

Kimlik temelli çatışmalardan olup isyancıların zaferi ve ayrılıkla sonuçlanan örneklerden olan Güney Sudan ise farklı yönden çıkarımları önümüze koyuyor. Ayrıldığı 2011 senesinden bu yana ekonomik olarak gittikçe kötüleşen Güney Sudan, raporun önsözünde Cuma Çiçek’in belirttiği gibi hem ayrılık seçeneğinin toplumsal bedellerini hem de ayrılığın her zaman barış getirmediğini anlatıyor.

Toplam nüfusun yaklaşık %25-30’una denk düşen 1,7 ile 2,5 milyon insanın hayatına mal olan bir iç savaş atlatan Kamboçya örneği de iç savaş sonrası otoriter rejim inşasını gördüğümüz Ruanda örneği de kritik ve farklı açılar barındırıyor.

Yine kimlik temelli bir çatışma yaşayan Sri Lanka süreci ise askeri zaferin değerli bir barış getirmediğini, geçici bir süreçle çatışmaları sadece ötelediğini örneklemesi açısında Türkiye için önemli bir model.

İncelenecek, dersler alınacak ve akledenler için çözüme doğru yol aldırabilecek birçok örnek var dünya üzerinde. Fakat Cevdet Said’le ilgili yazımda belirttiğim gibi onun da yaşadığı toplum içinde fazlaca şikayet ettiği konular; halkın şiddeti dışlayarak sivil itaatsizliği tercih eden, demokrasi ve hakları önceleyen bir çözüm üzerine odaklanmaması üzerineydi.

Ademoğlu Habil’in mezhebine mensup olduğumuzu iddia ediyorsak, başarısız olma ihtimalini de hesaba katarak barış yolunu tercih etmemizin gerekli olduğunu vurguluyordu. Evet, başarısız olma ihtimalini de hesaba katarak. Çünkü başarısız bir barış denemesi her halükarda aralıksız devam eden çatışmadan faydalıdır.

Aslolan barıştır, savaş arızdır. Aslolan çözümdür, çatışma arızdır.

Seçime doğru giderken iktidar bloğunun da muhalefet bloğunun da ödevleri arasında çözüm arayışı olmalıdır. Yurttaşların oy tercihi kriterleri arasında sunulan çözüm önerileri olmalıdır. Çözümsüzlüğü, dayatılan çatışmaları, kaosu daha fazla kabullenmek zorunda değiliz. Bu konudaki temel görevse yine sivil topluma düşüyor. Çatışan tüm taraflara barış baskısı oluşturarak gündeme alınmasını sağlamak acil bir ihtiyaç.