5 Nisan 2023 gecesi, Filistinliler belki de daha önce defalarca kez uğramış oldukları kontrolsüz, hukuksuz şiddetin kendileri için tekrar geleceğini bilerek Mescid-i Aksa’da Ramazan ayı dolayısıyla ibadet ediyorlar ve İsrail kendisinden beklendiği üzere plastik mermilerle, coplarla ve ses bombalarıyla ibadet eden insanlara saldırarak yüzlerce kişiyi gözaltına alıyor. Elbette bu İsrail’in sivilleri hedef alan ilk saldırısı değil zira bu, Ramazan ayı içerisinde gerçekleştirdikleri ikinci saldırı ve ilk saldırıda da yüzlerce insan gözaltına alınırken birçoğu yaralanmıştı. Bununla yetinmesini pek tabii beklemediğimiz İsrail, bölgeye sağlık ekiplerinin ulaşmasını engelliyor ve baskınlar nedeniyle gerçekleştirilen protestolara sanıyorum ki oldukça orantılı(!) olduğunu düşündükleri bir şekilde, roketlerle, karşılık veriyor.
Böyle zamanlarda her ne kadar İsrail’in, işgalci bir devlet olarak, işgal edilmiş Filistin toprakları üzerindeki hukuka aykırı, orantısız ve hiçbir şekilde meşru kabul edilemeyecek eylemlerini bir kez daha zikretmekten ve kınamaktan öteye gidemediğimizi hissetsek de bu izansız şiddete her şekilde karşı çıkmaktan geri durmamalıyız. Zira odadaki filin sebep olduğu yıkımın görmezden gelineceği zamanları çoktan geride bıraktık.
İşgal Hukuku Bağlamında Filistin Topraklarının İşgali
Uluslararası hukuk, düşman topraklarının askeri işgalini meşru bir savaş yöntemi olarak tanımakta. Böylelikle, bir devletin silahlı saldırı neticesinde bir diğer devlete ait topraklar üzerinde yetki elde etmesi ve bu toprakları fiilen kontrol altında tutması neticesinde işgal gerçekleşmiş kabul edilmekte ve yetkiyi elinde bulunduran devlet işgalci, işgalci devletin kontrolü altına giren topraklar işgal edilmiş bölge olarak adlandırılmaktadır. Pek tabii, işgalin ortaya çıkış sebebinin meşru olmaması, beraberinde işgalin de hukuka aykırılığını getiriyor. Bir diğer deyişle işgali ortaya çıkaran kuvvet kullanımına meşru savunma amacıyla başvurulmaması yahut bu kuvvet kullanımı için BM Güvenlik Konseyi tarafından verilen bir yetkinin mevcut olmaması, kuvvet kullanımını ve dolayısıyla işgali de illegal hale getiriyor.
Dolayısıyla işgalci devletin işgal hukuku bağlamında yükümlülüklerini yerine getirmesi de bu hukuka aykırılığı gidermekte yeterli olmamakta. Bu noktada İsrail’in Doğu Kudüs’ü de kapsayan Filistin topraklarını işgalinin ortaya çıkışı itibariyle uluslararası hukuka aykırı olup olmadığı da ayrı bir değerlendirmeyi gerektiriyor. Filistin meselesinde şimdiye kadar yapılan hukuki değerlendirmelerin çoğunda işgale sebep olan olayların ve işgal eyleminin kendisinin hukuka uygun olup olmadığından ziyade İsrail’in bu süreçteki belirli politikalarının ve eylemlerinin hukuka aykırılığı nedeniyle illegal hale gelmiş bir işgal rejiminin mevcudiyetine vurgu yapılmakta. Ancak bir işgal rejiminin sonradan illegal hale gelmesinden önce değerlendirilmesi gereken husus, işgalin ortaya meşru gerekçelerle çıkıp çıkmadığı olmalı. İsrail’in konuya ilişkin argümanlarına bakıldığında, kendisinin bir işgalci devlet olduğunu kesinlikle reddettiğini, Kudüs’te tarihsel olarak bir İsrail devletinin kurulması gerekliliğinin söz konusu olduğunu ve 1967’de gerçekleşen savaşta meşru savunma amacıyla kuvvet kullanımına başvurulması neticesinde mevzuubahis topraklar üzerinde egemenlik hakkını elde ettiğini iddia ettiğini görmekteyiz. Ancak bu argümanların hiçbirinin uluslararası hukuk bağlamında geçerli olmadığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Zira bölgede yaşamakta olan Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını görmezden gelen, meşru savunma amacıyla dahi kuvvet kullanımına başvurmasını gerektirecek bir durum mevcut değilken söz konusu toprakları kuvvet kullanarak ilhak eden İsrail’in eylemleri, mevcudiyetinin en başından itibaren uluslararası hukuk düzeni açısından meşru sayılmamakta.
İşgalci Devletin Yükümlülükleri
Bir an için işgalin ortaya çıkışı itibariyle hukuka uygun olduğunu varsaydığımızda dahi, İsrail’in işgalci devlet sıfatıyla uyması gereken birtakım yükümlülükler mevcut ve bu kuralların ekseriyeti, silahlı çatışmalar hukuku prensiplerinden ve 4. Cenevre Konvansiyonu’nda yer alan birtakım düzenlemelerden müteşekkil. Ne yazık ki işgalin başlangıcı olarak kabul edilebilecek 1967 tarihi itibariyle İsrail’in izlediği politikaların ve gerçekleştirdiği saldırıların hiçbirinin gerek işgalin meşruluğuna ilişkin kurallarla gerekse işgalci bir devletin hukuki yükümlülükleri ile uyuşmadığı açıkça ortada.
Bazı uluslararası hukukçular, mevcut işgalin hukuka aykırılığını İsrail’in bu kurallara uymaması üzerinden temellendirmeye çalışmakta. Bu bakış açısı uyarınca İsrail’in mevcut kurallarla uyumlu bir politika izlemesi neticesinde işgalin hukuka uygun bir hale gelmesi mümkün. Ancak böyle bir değerlendirmeyi işgalin mevcudiyetine ilişkin hukuka aykırılıklara bir cevap vermemesi ve işgalin geçici karakterine aykırı bir şekilde uzun yıllardır devam ediyor oluşu nedeniyle kabul etmek mümkün görünmüyor. Böylelikle, İsrail’in işgal hukukuna ilişkin düzenlemelere aykırı hareket ediyor oluşu zaten başından itibaren illegal olan bir işgalin sonuçlarını daha da ağırlaştırmakta.
İsrail, her ne kadar yukarıda değindiğim gerekçeler nedeniyle işgalci bir kuvvet olduğunu reddetse de gerek Uluslararası Adalet Divanı tarafından verilen 2004 tarihli Duvar Danışma görüşü kapsamında gerekse birçok yetkin uluslararası hukukçunun görüşü uyarınca İsrail’in Filistin topraklarında işgalci devlet statüsünü haiz bir şekilde bulunduğu kabul edilmekte. Ne yazık ki işgal durumunda uygulanması zaruri birtakım düzenlemeler yıllardır İsrail tarafından göz ardı edilmekte ve kendi içinde eylemlerinin tutarlı ve hukuka uygun olduğuna dünyayı ikna etmeye çalışmakta. Öyle ki bugün insancıl hukuk/ işgal hukuku alanlarının önde gelen birçok yetkin isminin İsrail asıllı olduğunu görmekteyiz.
İşgal hukukuna ilişkin ilgili düzenlemeler, işgalin askeri gerekliliği ile işgal altındaki topraklarda yaşayan bireylere gereken insancıl korumanın sağlanması arasındaki dengenin gözetilmesi açısından oldukça önem arz etmekte. Bu nedenle bu kuralların varlığı işgal eyleminin kendisini meşrulaştırmak olarak anlaşılmamalı. Bilakis işgalci devletin, kendisine çizilen yasal çerçevenin dışına çıkmaması açısından bu kurallara riayet etmesi oldukça önemli. Ancak İsrail tüm yükümlülüklerinin aksine her bir eylemiyle bu kuralların tamamını ihlal etmeye devam ediyor.
Mevcut ihlallerin tamamına yer vermek için bu yazıya ayrılan kısımdan çok daha fazlasına ihtiyaç duyulması nedeniyle herkesin temel insancıl hukuk ve insan hakları hukuku bilgisi ile yapacağı çıkarımlar neticesinde ulaşacağı sivillerin korunması ilkesi; hastane, okul, kamu binası gibi mekanları askeri gereklilik olmadığı müddetçe hedef alınmaması yasağı; işgal edilmiş topraklarda yaşayan bireylerin sağlık, eğitim, temiz bir çevrede yaşama, seyahat, ifade özgürlüğü, gibi en temel hakların işgalci devlet tarafından kendilerine sağlanması gerekliliği gibi düzenleme ve kuralları yalnızca zikretmekle yetineceğim.
Tüm bu hukuka aykırılıkları ilk defa ben dile getirmediğim gibi gerek işgalin fiilen başladığı tarihten önceye dayanan birtakım uluslararası düzenleme ve mahkeme kararlarında, gerek kendisinden beklenmeyen birçok “güçlü” ve “söz sahibi” devletin açıklamalarında işgalin hukukiliği ve İsrail’in uluslararası hukuk ihlalleri ayrıntılarıyla yer almakta. Lafla peynir gemisinin yürümediği hepimizce malum ve belki de artık diğer devletlere de uluslararası örgütlere ve mahkemelere de düşen bu hukuksuz düzeni tanımamalarına ilişkin yükümlülüklerini yerine getirmeleri ve bu düzeni sonlandırarak sorumluların yargılanmalarını sağlamalarıdır. Bu noktada, tarih bu anlamda tekerrür edecek mi yoksa yaşanan son gelişmeler yeni bir dönemi başlatacak mı sorusuna, dizinin ikinci yazısında, Uluslararası Adalet Divanı’nın İsrail’in Kudüs’ü işgaline ilişkin vereceği ikinci danışma görüşü ve İsrail’deki yargısal revizyonlar nedeniyle yaşanan son politik gelişmelerin bu sürece muhtemel etkileri ışığında bir cevap aramaya çalışacağım.