Refah Partisi’nin yenilikçi kanadı, gömlek değiştirip daha yeni bir söylem geliştirerek Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurduğunda, karşıtlarının büyük bir ısrarla söyledikleri şey aşağı yukarı şöyleydi:
“Bu değişim inandırıcı değil, bu dinciler demokrasiden ve bir arada yaşamaktan anlamazlar. Yarın ilk fırsatı bulduklarında özlerine dönerler.”
Ardından bunu örneklendiriyolardı. “Yeter! Söz Milletindir” diye göreve gelen Menderes çok kısa bir sürede muhalefet imkanlarını tamamen tıkamış, Türkiye’nin çok partili hayata geçişini kötü bir tecrübeyle sonlandırmıştı. Tahkikat Komisyonu başta olmak üzere, demokrasiyle bağdaşmayan uygulamaları yüzünden Türkiye ne yazık ki bir askeri darbe yaşamıştı.
80 sonrası yıldızı parlayan Özal da birleştirici bir dille toplumun teveccühünü kazanmıştı ancak ANAP iktidarının ilerleyen yıllarında bu dil sürdürülememişti.
Eh, Necmettin Erbakan da farklı değildi. Seçim dönemlerinde ve koalisyon süreçlerinde daha yumuşak açıklamalar yapan Erbakan, fırsatını bulduğu ilk anda “fetihçi” cümleler kurmaktan geri durmuyordu.
Dolayısıyla AKP tecrübesi de farklı olmayacaktı. Bunların hepsi birbirinin aynısıydı, ilk fırsatta içlerindeki canavar açığa çıkacaktı. Bunlara asla güvenilmezdi.
Tüm bu iddialı okumanın karşısında durup değişime ümitle yaklaşanlar da vardı. Zamanın aktığını, çağın değiştiğini, ideolojilerin değişerek geliştiğini, Türkiye’de muhafazakarlığın da değişmek zorunda olduğunu ve bu değişimin Türkiye siyasetindeki tıkanıklıkları açmaya yarayacağını düşünüyorlardı. Ancak bu düşüncede olanlar enayilikle, eziklikle ve hatta ev zenciliğiyle suçlanıyordu. Tarih bilmedikleri, düşmana kandıkları savıyla sürekli itiliyorlardı. Üstelik önyargısız ve ümitli bakmaya çalıştıkları değişim sürecinin aktörleriyle de geçmişten gelen bir yakınlıkları yoktu, orada da tam bir yakınlık bulamıyorlardı. İki taraftan da “dayak yemeyi” göze alarak ve bir tarafa yakın durmanın “nimetlerini” reddederek iyimserliklerini koruyorlardı.
Sonra haklı çıktılar. AKP gerçekten de ekonomiyi geliştiren, toplumsal barışı güçlendiren ve ötekiyle bir arada yaşama konusunda barışçıl pratikler getiren, kronik sorunları çözen, eşit vatandaşlık yolunda kararlı adımlar atan bir parti oldu. Fakat sonra denklem değişti, başta Gezi Parkı eylemleri olmak üzere, 17-25 Aralık süreçlerinde ve çözüm sürecinin son düzlüğünde antidemokratik uygulamalar iyice arttı. Artık eşit vatandaşlıktan giderek uzaklaşılıyor, çözüme yaklaşılan kronik sorunlar yeniden dallanıp budaklanıyordu. 15 Temmuz sonrası süreçte kurulan güvenlikçi dil ve başkanlık sistemiyle pekiştirilen otoriter yönetimse Türkiye’de uzun yıllar kapatamayacağımız yaralar açmaya devam ediyor.
Peki bu korkunç dönüşüm, “bunlara güven olmaz” diyenleri haklı çıkarmaya yeter mi?
Elbette ki hayır. Apaçık, çok net, keskin, kararlı bir şekilde Hayır.
Çünkü tek sorunu bu insanların “gerçek yüzü”nde aramak; siyaseti, entrika dizileri tadında izlemekten kaynaklanır. Oysa siyasetin doğası karmakarışıktır. Tüm bu karmakarışık doğayla açıklanabilecek onlarca etkinin yanında basit bir ilke vardır:
Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlak yozlaştırır.
Bu kadar büyük ve kontrolsüz bir devlet gücünü hangi ideolojiye ve siyasetçiye verirseniz verin en sonunda bugün gördüğümüz berbat tablo ortaya çıkacaktır. Siyaset, çeşitli güç dinamikleriyle oluşur ve bu dinamikler arasındaki yarış siyasetin en büyük motorlarından biridir. Uzun ve büyük iktidar dönemlerinde bu motorun “kanlı” çalışacağını, iktidarın çıkarlarının ikiyüzlüleri, liyakatsizleri, yalakaları besleyeceğini siyaset üzerine düşünen hemen herkes görebilir.
Elbette tüm bunlar, Türkiye’de emeğin değerini ve huzuru yok eden kadroları masumlaştırmaz. Bir hatanın çok sebepli olması, hata yapanı aklamaz. Fakat bizim, hatayı önlemek için neyi ortadan kaldırmamız gerektiğini gösterir. Faturayı sadece AKP’ye veya onun yaslandığı ideolojiye kesmek suçluyu mahkum etmektedir. Hiçbir suç, suçluyu mahkum ederek bitmeyecektir.
Peki, bize düşen nedir?
Bize düşen, karşıt ideolojinin yozlaşma dönemlerini önümüze koyarak “bakın bunlar asla değişmez” diyenlere karşı çıkmaktır. Temkinliliği koruyarak, iyi niyetle saflığı birbirinden ayırarak, adalete yönelen tüm değişim çabalarını desteklemektir. İktidarı sınırlandırmak, eleştiri imkanlarını korumak şartıyla vereceğimiz bu destek yozlaşmayı önleyecektir.
Porf. Dr. Mahmut Hakkı Akın, Yeni Şafak’ın Düşünce Günlüğü köşesinde yazdığı “Eski CHP’ye rağmen yeni CHP’nin imkânı” başlıklı yazısında CHP’nin daha önceki değişim çabalarının başarısız olduğunu iddia ediyor ve bana göre “bakın bunlar asla değişmez” diyor. Bu tavır, yazımın başında anlattığım AKP karşıtı önyargılı tavra çok benziyor.
CHP, Türkiye’de siyasetin en büyük tıkacıdır. Sağ, pek fazla bir şey yapmadan, CHP iktidar olmasın diye iktidara gelmeyi başarır. CHP’nin dönüşümü, Türkiye’de siyaseti de açacaktır ve diğer ideolojiler de önceki yüzyıllardan kalma söylemlerini geliştirmek durumunda kalacaktır. CHP’nin değişmesi, ona asla oy vermeyecek insanlar için bile büyük bir kazanımdır.
Hal böyleyken bize düşen, CHP yönetiminin; kendi tabanının, teşkilatının ve elitlerinin kayda değer bir bölümüne rağmen değişim yönünde gösterdiği açık ve büyük çabayı umutla desteklemektir. Bu umudu paylaşan hiç kimse, “CHP’nin olumlu yönde değişeceğine ve bunda sabit kalacağına kefilim” demiş olmaz, sadece Türkiye’nin kan davasını andıran siyasi çekişmesinin aşılmasına büyük bir katkı sağlamış olur. CHP değişmeyi başaramazsa veya yarın daha sorunlu bir hale bürünürse bu durum, değişime ümitle bakanların değil CHP’nin suçu olacaktır. Fakat değişim çabasına destek verilmez ve tüm alan CHP'nin tutucularına bırakılırsa siyasetteki tıkanmanın bir suçlusu da önyargıyı ümide tercih edenler olacaktır.
Türkiye’de milliyetçi hareket bir dönüşüm geçirdi. Kürt hareketi de özellikle Demirtaş’ın son çıkışıyla bir dönüşüm iddiasında bulundu. İslamcılık zaten bir krizin içinde, adeta var olma mücadelesi veriyor. Muhafazakarlıkta bile günlük yaşam pratiklerine sirayet eden büyük dönüşümler var. Çünkü dünya dönüyor, yeni bir yüzyılın küresel etkileri ve Türkiye’nin krizden çıkış süreci bu değişimleri mecbur kılıyor. Hiçbir dönüşüme “mümkün değil” diyemeyiz, tüm değişimleri hepimizin lehine çevirmek için harekete geçmeliyiz.