İnsanlık geçmiş çağlardan beri toplumun var olabilmesi ve yönetim için pek çok tecrübe ortaya koydu. Yönetim için sunulan tezler, uygulanan sistemler temelde iyi bir toplum birlikteliğini amaçladı. Antik Yunan düşüncesinden beri yönetim ve toplum kavramlarının idaresi “iyi” kavramının anlam karşılığına bağlı olarak çeşitli tanımlar kazandı. Erken modern dönem ve modern zamanlarda yaşanan süreçler Yunan düşüncesinden ve pratiğinden hatırladığımız “demokrasi” kavramını yeniden hayata taşıdı ve yeniden anlam bulmasını sağladı.
Antik çağdan itibaren filozofların veya teorisyenlerin çağları aşan katkıları ve şekillendirmeleri yanında modern toplumların serencamı içerisinde demokrasi kavramı, demokratikleşme süreçlerinin yaşandığı toplumların kendine içkin hikayesi çerçevesinde farklı karşılıklar bulmuştur. Neticede “demokrasi” ve “demokratikleşme” üzerine tartışmalar geniş bir demokrasi teorisi literatürü oluşturmuştur. Bu yazıda demokrasi teorisi ve üzerine yapılan akademik çalışmalar doğrudan konu edilmeyecektir. Amacım güncel pratiklerimiz içerisinde demokrasinin değerler ekseninde varlığını mevzubahis teorik temelden beslenerek tartışmak ve günlük yaşamda en azından bir seçmen olarak rol aldığımız demokratik süreçlere dair değerlendirmelerde bulunmaktır.
Girişte kısaca değindiğim üzere demokrasinin serüveni farklı coğrafyalarda, farklı düşünürlerin ve düşüncelerin etkisi altında kendine özgü bir serüvendir. Nihayetinde bu çok katılımlı ve her biri biricik olan toplumsal tecrübeler çağdaş dünyada bir tanım problemi doğurmuştur. Demokrasi nedir? Demokratik değerler nelerdir? Pratiği nasıl olmalıdır? Toplumlar nasıl demokratikleşir ya da demokratikleşmeli? Bu sorular zihnimizi meşgul etmektedir.
Demokrasiyi en basit anlamında halkın yönetime katılması ve egemenliğin halka ait olması olarak kabul ediyoruz. Batı tipi demokratik ülkelerde halka bu soruyu sorduğunuzda alacağınız cevaplar bu cümle ile özetlenebilir. Bu tanımı antik çağda Atina’da geçerli olan “doğrudan demokrasi” adı ile kullanılan demokratik yönetim biçiminin yaptığı çağrışıma dayanarak temellendirmek genel bir algı durumunda. Atina’da ancak kısıtlı bir zümre “vatandaşlık” hakkına sahipti ve bu zümrenin yalnızca erkek vatandaşlar olarak kendilerini yönetmek üzere hakları ve sorumlulukları vardı. Dolayısıyla demokratik değerlerin inşası için böyle bir tarihsel dayanak oluşturmak bugün anladığımız halk egemenliğini karşılamıyor. Çünkü bağımsızlık mücadelesi veren, saltanat rejimlerini değiştiren halkların mücadelesi bir seçkin sınıf oluşumuna karşı da mücadeleydi. Demokratikleşme sürecini bir değer kümesi oluşturmaktan bağımsız ele aldığımız takdirde tanım açısından ve tanıma bağlı pratikler penceresinden arızlar zuhur edecektir.
“Demokratik değerler” isimlendirmesi ise demokrasinin tanımlanması ve vücuda gelmesi konusunda bir başka önemli taşı oluşturuyor. Egemenlik problemini halkın egemenliği lehine çözmeye karar verdiğimizde bu çözümü demokraside buluyorsak, o halde bu egemenliğin ve ona ait toplumun söz konusu demokrasi ekseninde bir değer yargısı inşa etmesi ihtiyacı doğar. Günümüzde Türkiye’de karşımıza çıkan kimi problemler bu değer yargısının inşası ve farklı toplum üyeleri tarafından farklı tanımlanması ile ilgilidir. Demokratik katılımın ve oy hakkının yanında yönetimde yer almaya dair haklar masaya yatırıldığında inanç, mezhep, ideoloji gibi ayrımlar maalesef ülkemiz tarihi boyunca söylemde yer alan eşit haklara sahip olamamıştır. Çok partili hayata geçişten sonra ise sandıktan zaferle çıkan partiler ve liderlerinin yönetimi halk tarafından egemenliğin kendilerine ait olması konusunda ikna edici bir pratik ortaya koymasına rağmen; askeri darbeler, bürokratik ve ekonomik engeller, medya eliyle halkın iradesine bazen açık bazen dolaylı müdahaleler gerçekleşmiştir. Seçimle başa gelen hükümete yapılan bu müdahalelerin demokrasiye etkisi ise egemenlik bağlamında ele alındığında açıkça olumsuz olmuştur. Toplumsal hafızada derin izler bırakan bu hadiseler toplumun demokrasi anlayışının şekillenmesine de etki etmektedir. Bu etkinin olumlu ve olumsuz tarafları bir arada değerlendirilmelidir. Bir taraftan sıcak olarak darbe günlerinin yaşayan halkın demokrasiye ve seçime güveni zedelenirken, bir taraftan bu müdahalelere yer kalmaması için halk iradesinin güçlenmesi ve sivil inisiyatifin ehemmiyetinin kavranması gibi tesirler oluşturarak zıtlık üzerine kurulu etkiler meydana gelmiştir.
Seçim başarısı kazanmak isteyen parti ve liderlerin tercihleri ile başarıları arasındaki ilişki incelendiğinde; halkın ekonomik göstergelere verdiği önem göze çarpmaktadır. Ayrıca toplumun kırsaldan, mahalle arasından, sokaktan uzak görünen aday seçeneklerinden ziyade halk içinden görünen isimlere daha çok ilgi duyduğu aşikâr.
Demokratik değerlerin halk tarafından nasıl anlaşıldığı, nasıl içselleştirildiği bir ülkenin demokratikleşme sürecinin önemli bir parçasıdır. Türkiye’de demokratikleşme süreçlerini halkın açısından okumak bu bağlamda tarihsel gelişiminden, kamuoyunun Osmanlı’da oluşumundan bağımsız ele alınamaz. Tarihsel sürece yazının fiziksel imkanları nedeniyle şu an için girmeyip, bu hususu bir başka yazıda ele alacağım. Halkın seçtiği kişilerin veya partinin iktidarını nasıl görmek istediği konusunda bir değerlendirme yapalım. Demokrat Parti 1950 seçimlerinde iktidara geldiğinde 4.391.694 oy ile tüm oyların %55,2 oranında oy almıştı. İkinci parti olan CHP ise 3.148.626 oy ile tüm oyların %39,6 oranında oy almıştı. DP’nin “Yeter söz milletin!” sloganı ile yürüttüğü kampanyanın vurgusu neticesinde Millet sözün kendisinde olacağına karar vermiş görünüyordu. Genç bir delikanlı olarak o günleri yaşayan dedem bir sohbetimiz sırasında bana milletin gözünün o zaman açıldığını söylemişti. Yollar, barajlar, altyapı hizmetleri ile birlikte ticaretin ve piyasanın canlanmasını kast ederek böyle bir cümle kurmuştu. İlerleyen on yıllarda liberal ekonomiye yönelim ve piyasa lehine oy çokluğu, halkın düzenli bir eğilimi olarak göze çarpmaya devam etti. Süleyman Demirel ile birlikte “halkın içinden gelen” bir siyasetçi görüntüsü ilgi çekmeye başladı ve Adalet Partisi 1965 seçimlerinde 4.921.236 oy ile %52,9 oranında oy alarak birinci parti oldu. Türk siyasal hayatı içerisinde önemli bir yeri olan bu partiden daha sonra liberal bir kanat Demokratik Parti’yi kurmak üzere ayrılırken, İslami görüşe sahip olan bir diğer kanat ise Necmettin Erbakan öncülüğünde Millî Görüş hareketinin ilk siyasi partisi olan Milli Nizam Partisi’ni kurdu. CHP’de değişimin isimlerinden olan Ecevit, halk tarafından “Karaoğlan” olarak kucaklandığında ilk olarak %33’lük bir oran ile CHP’yi birinci sıraya taşımış, 1977 seçimlerinde ise %41,38 oy oranı ile CHP’nin rekor oy oranını almıştı. Elbette sadece oy oranları veya seçim kampanyaları üzerinde durmak, istediğimiz değer yargılarını anlamak için yeterli değil fakat seçim başarısı kazanmak isteyen parti ve liderlerin tercihleri ile başarıları arasındaki ilişki incelendiğinde; halkın ekonomik göstergelere verdiği önem göze çarpmaktadır. Ayrıca toplumun kırsaldan, mahalle arasından, sokaktan uzak görünen aday seçeneklerinden ziyade halk içinden görünen isimlere daha çok ilgi duyduğu aşikâr. İlerleyen yıllarda karşımıza çıkan tablo işçi hareketlerinin, yoksul kenar mahallelerin, inancın seçmen eğilimi üzerine büyük etkisi olduğunu da bize gösterdi. Bunun yanında Türkiye’de toplumun, demokratik süreçlere nicelik olarak yoğun katılımına rağmen insanların tercihlerini şekillendiren değerler kümesinin demokratik değerlerden mülhem olduğu pek söylenemez. Hatta demokratik olarak sunulabilecek değer yargılarını barındıran toplumsal değerler içerisinde demokratik değerlerin baskın olduğunu söylemek de mümkün görünmemekte.
Geniş kitlelerin meydanları doldurduğu mitingler, sandıktan çıkan salt çoğunluk ve fazlası oy oranları, yasal değişiklikler için yapılan geniş katılımlı referandumlar bu siyaset sürecinin bileşenleriydi. Türkiye’de ise yukarıda zikredildiği üzere geniş katılımlı seçimlerde alınan oy çoğunlukları ve iktidarlar söz konusu olsa da mevzubahis 90’lı yıllarda benzeri bir popülizm daha önce görülmüş değildi.
1990’lı yıllarda Güney Amerika’da partiler üstü bir etkiye sahip popüler liderlerin ortaya çıkması sonucunda gelişen lider odaklı Popülist siyaset, popülerlikten aldığı adıyla literatürde kendisine yer buldu. Geniş kitlelerin meydanları doldurduğu mitingler, sandıktan çıkan salt çoğunluk ve fazlası oy oranları, yasal değişiklikler için yapılan geniş katılımlı referandumlar bu siyaset sürecinin bileşenleriydi. Türkiye’de ise yukarıda zikredildiği üzere geniş katılımlı seçimlerde alınan oy çoğunlukları ve iktidarlar söz konusu olsa da mevzubahis 90’lı yıllarda benzeri bir popülizm daha önce görülmüş değildi. Halkın teveccüh gösterdiği kampanyalar ekseriyetle lider odaklı olsa da toplumsal hususlarda aynı ağırlıkta karşılık bulmaktaydı. Ancak Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na seçilmesinin ardından benzeri ögeler ile bizde tanıştık. Özellikle 2002 yılında Ak Parti’nin tek başına iktidarı sonrası günümüze kadar geçen 20 yılda muhatap olduğumuz siyasal kültür değişimi popülist bir siyaset yönünde hareket kazandı. Halkın doğrudan demokrasiye mümkün olduğunca yakın katılımı için elverişli araçlara sahip görünen bu yaklaşımın sonuçlarından ise halkın memnun olduğunu söylemek oldukça zor. Gerek Güney Amerika ülkelerinde gerek Türkiye’de nepotizm, haksız kazanç, liyakat, ekonomik sıkıntılar, yoksulluk gibi sorunlarla adeta boğuşur durumda kalan halkların bu tablodan memnuniyet duyması oldukça zor. Halbuki popülist liderlerin meşruiyet kaynağı ve güç dayanağı geniş ve kalabalık halk kitlelerinin oyları, yine aynı halk kitlelerinin karar verdiği referandumlar değil mi? Bu durum demokratik değerler ile uyumlu değil mi? Elbette çoğunlukçu değil çoğulcu bir demokrasi anlayışı bunu benimsemez. Çoğulcu bir demokrasi inşası içerisinde yine de halkı kitleye dönüştüren böylesine güçlü bir siyasal katılım reddedilebilir mi? Meclisin, parlamentonun pasifize edildiği bir siyasal kültürün demokratik durumu nasıl değerlendirilmeli?
Siyasal kültürün değişimine ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde demokrasinin çıkmazının bir veçhesini ele almak adına bazı sorular sordum. İktidarın değişmesi gündemde iken Türkiye’de “iktidar” kavramının bir anlayış olarak ihtiyaç duyduğu değişime işaret etmek için demokrasi çıkmazını öncelikle konu edinmeyi tercih ettim. Demokrasinin yamalı bohça olduğu günlerde, demokratik değerlerin kulaktan kulağa aktarılan kelime gibi çeşitlilikte dile geldiği siyasal ortamda demokrasinin kendisini tartışmak ne kadar mümkün ve sağlıklı bilemiyorum ama tüm tartışmalarımız içerisinde bu sorulara da ihtiyacımız var. Demokrasinin krizi ile ilgili teorik tartışmaların yanı sıra güncel anlamda tartışmaların da yapılması ve ihtiyaçların tespiti elzemdir. Demokrasi nedir? Demokrasi ne olmalıdır? Koşulsuz tabi olmadan önce herkesin farklı yorumladığı, tanıttığı demokratik değerler nelerdir? Demokratik değerlerin tek bir evrensel kümesi var mı? Demokrasinin doğruluğu ve yanlışlığı ya da mecburiyet açısından durumu üzerine bugün duyulan ihtiyaçlar bağlamında bir cevap arayışı entelektüel öncülerin sorumluluğundadır. Bu sorulara cevap arayışı ile birlikte sonraki yazılarda ele almak üzere bir soruyu daha dile getirerek yazıyı nihayete erdirmek istiyorum. Demokrasi iyi midir?