Türkiye’de toplum uzun zamandır geriye çekilmiş, umudunu yitirmiş, hükmen mağlup olmamak için “şerefine” sahaya çıkmış gibi yaşıyordu. Ancak rejimin hücumcuları yoruldu ve top kaybetmeye başladı. Toplum da silkindi. Muhalefet iyi bir oyun kurucu ve güçlü forvetlerle umudu yeşertti. Şimdi top ceza sahasında ve atan kazanır.
Hep böyle olur. Siyasette rekabet bitmez, tek partinin iktidarı kesinleşince iktidar mücadelesi parti içinde ve çevresinde yaşanır. Türkiye’de iktidar çevresinde kümelenen gruplar arasındaki rekabet birçok soruna yol açtı. Pelikancıların, seçilmiş son başbakanı devirmesi, FETÖ’cülerin darbe girişimi, liberallerin “yok artık” çıkışları, İslamcı entelektüellerin “biz bunlardan beriyiz” yorumları sonucunda iktidarda çeteler kaldı. Özellikle 15 Temmuz sonrasında güvenlik bürokrasisinde gücünü korumak için milliyetçi ve ulusalcılarla ittifak yapan iktidar partisi, kendi kurucu değerlerine düşman kesildi. Rejim karşıtlığıyla özdeşleşen parti, rejimin kendisi haline geldi. Çeteler, mafyalar, rant düşkünü sermayedarlar, varlığını iktidara borçlu olan sivil(!) toplum kuruluşları ve kiralık kalemler dışında pek kimsesi kalmadı. Yıllarca “soylu yalnızlık” masalı anlatanlar, ne kadar soysuz varsa onunla kalabalık olmayı tercih ettiler. Son aylarda yaptıkları yeni transferlerle de bunu taçlandırdılar.
Muhalefet bu süreçte nihayet siyaset yapmayı öğrenebildi. Türkiye’de iktidar değişimi için muhalefet yeterince olgun değildi, sürece ihtiyaç vardı. Kemal Kılıçdaroğlu “10 numara” bir siyaset izleyerek CHP’yi ulusalcı ve rejim muhafızı militarist görünümden çıkararak sosyal demokrat bir çizgiye doğru çekmeyi başardı. Milliyetçiler arasındaki bölünmeler meyvesini verdi, şehirli ve dünyaya açık bir milliyetçilik filizlendi. Elbette bu iki özellik milliyetçiliği makbul bir seviyeye getirmedi. Yalnızca öncekinin bir ileri sürümü olarak yarım yamalak da olsa bir ümit verdi.
İktidar partisinin eski dönemlerindeki önemli paydaşı olan iki grup da çok geç de olsa siyasi parti kurmayı başardı. Liberaller ve “Medeniyetçiler” de siyasi mücadeleye katıldı. Bu durum skora henüz yansımasa da alan hakimiyetini ciddi ölçüde değiştirdi.
Saadet Partisi’nin uzun zamandır ilkeli ve istikrarlı sürdürdüğü tavrı ise Türkiye’de dindarların muhalefet edebilme kapasitesini geliştirmesi bakımından oldukça önemliydi. “Bütün dindarlar böyle” cümlesine siyasi parti düzlemindeki ilk itiraz Saadet sayesinde verildi. Temel Karamollaoğlu’nun otoriter iktidarı değiştirme konusundaki ”tavizsiz ve demokrat” yaklaşımı Türkiye’deki toplumsal gerilimleri, içinde yaşarken fark edemeyeceğimiz düzeyde yumuşattı.
Fakat en nihayetinde bugün bunları konuşabiliyor olmamızın sebebi 2019 yerel seçimlerinin sonucuydu. Özellikle İstanbul ve Ankara’daki seçim zaferi, geriye çekilmiş muhalefete maçı kazanma ümidini verdi. Belki farkla yenilen bir maçın tek golüydü ama artık büyü bozulmuştu. Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardı.
Türkiye’de yaklaşık bir yıldır büyük bir özveriyle çalışan Altılı Masa, radikalleri kızdırsa da toplumun büyük bir kesimini artık bir şeylerin değişeceğine inandırdı. Anketlerde ilk kez “Erdoğan önümüzdeki seçimi kaybeder” tahmini öne geçti. İyimser bir gül açtı, bahara inanmaya başladık.
Bu masanın kurulması elbette en başta Kemal Kılıçdaroğlu’nun başarısıdır. Kemal Bey, önce İYİ Parti’nin 20 vekil transferi ile seçime katılmasını sağlayarak iktidara ilk büyük darbeyi vurdu. Daha sonra da yerel seçimlerde çok başarılı adaylar çıkararak iktidarı yenilgiye mahkum etti. Farklı görüşlerden 6 ismin barış ve uyum içinde bir arada olmasını sağladı. Bunlar, 10 numaralı oyun kurucunun işleridir. Takımın efsanesidir, taraftarın sevgilisidir bu 10 numaralar. Fakat en nihayetinde golü forvet atar.
Oyun kurucu bazen geri koşar, topu alır-verir; asist yapar. Al da at der bazen. Bazen gol da atar tabii. Ama bazendir. Onun işi daha çok oyunu kurup pas vermektir. Tekrar edeyim: Golü forvet atar.
İstiklal’deki bombalı saldırının ardından bütün ülkede korku iklimi tekrar yayılırken kim ne yaptı hatırlayalım. Saldırıdan sonraki gün Altılı Masa’nın görüşmesi vardı. Altı lider bir uçağa atlayıp İstiklal’e gitmeyi, bölgedeki esnafla selamlaşmayı, halka “her şey kontrol altında” demeyi akledemedi. O sabahtan başlayarak günlerce İstiklal’e gidip caddedeki emekçi kadına “senin yüzün gülene kadar her sabah geleceğim” diyen ise İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’ydu.
Elbette bu onun ilk göreviydi. Fakat muhalefet partilerinin liderlerinin görevi neydi? Topluma umut vermeyecek, korku iklimini dağıtmayacak; bir kuru bildiri yayınlamakla yetineceklerdi öyle mi?
Yalnızca bu son olay değil. Hemen her krizde, Ekrem Bey görev tanımıyla çelişmiyorsa inisiyatif aldı. Umudu göğüsledi. Net oldu ve konuştu. Kendisine sorulan her soruya, Mansur Yavaş’ın yaptığı gibi, “benim işim belediyecilik” özetli cevap verip işin içinden sıyrılmadı.
Pazarda o var, sokakta o. Salonda o konuşuyor, ekranda o. İktidarın bütün karalama kampanyalarına rağmen seçimi iki kez kazanmış biri olarak, 3 yıllık görev süresine rağmen popülaritesini koruyor. İBB’de aynı anda yaptığı onca farklı alandaki işle belediyecilik çalışmalarıyla da halkı sarıyor. Özellikle yoksulluğa karşı yaptığı çalışmalarla milyonlarca kişinin gönlüne giriyor.
İkna kabiliyeti, hitabeti, iş takibi, inatçılığı yüksek. Hırsı da. Bu konu birçok kişiyi endişelendiriyor. Haklılar da. Türkiye’nin bir karizmatik lideri başka bir karizmatik liderle yenmesinin riskli olabileceğini söylüyorlar. Haklılar.
Ancak mevcut karizmatik lideri yenememek çok daha riskli. Elimizde bu seçimi kazanabilecek bir aday var. Evet 10 numara değil, evet fırsatçı, evet bazen ofsayta düşüyor, evet dünyanın en iyi forveti değil. Fakat bu takımın en iyi forveti o.
Kemal Bey’in oyun kurucu olarak son bir asist yapmasını umuyorum şimdi. Seçime aylar kaldı, son dakikaları oynuyoruz artık. Haber ajanslarında içimizi burkan son dakika haberlerinden bıktık usandık. Bir son dakika golü lazım bize.
Adam boş işte, top bekliyor. Atsanıza hadi.