Depremin üzerinden tam bir ay geçti. “Asrın Felaketi” olarak tanımladığımız fakat tüm tanımlamaların da ötesinde deprem gerçeğiyle yeniden yüzleştiğimiz zorlu bir süreç içerisindeyiz. Türkiye, geçirdiği iki büyük deprem ve on binden fazla artçı sonrasında yaralarını biraz olsun sarma gayretinde.
Her ne kadar ülke siyaseti açılan yaraya merhem olmadan kendisine yeni gündemler edinmiş olsa da süreç hala devam ediyor. Depremden daha da öncelediğimiz başlıklar altında ezilmekle kalmıyor deprem öncesi umarsızlıklarımıza geri itiliyoruz. Elbetteki yası içselleştirip kabuğumuza çekilmeyeceğiz fakat çıkarmamız gereken dersler ve o derslerden elde etmemiz gereken sonuçlar var. Bu sonuçlarla bir şeyleri değiştirebilme gayreti ise her bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının yurttaşlık görevi olmalı. Hassasiyetimizi yitirmemeli ve gündemsizliğe mahal vermemeliyiz.
Türkiye, depremin getirdiği acılarla birçok kez yüzleşmiş bir ülke. Fakat bu acıları orantısız bir şekilde tüketiyoruz. Yas, hayatın bir gerekliliğiyken biz hiç başımıza gelmeyecek gibi yaşıyor, geldiğinde ise bir müddet savrulup sonrasında tekrar aynı risk çemberine geri dönüyoruz.
‘‘Cennetten Bir Köşe!’’ sloganıyla satılan dairelerin yerle bir olup nasıl cehennemi yaşattığını, enkaz yığınına dönmüş şehirleri, günlerce betonlar arasında hayatta kalmak için mücadele verenleri, mücadele etmeye fırsat bulamadıkları için yitirdiklerimizi ve geride kalanları unutmak yahut tüm bu acıya alışmak gibi bir lüksümüz yok. Asıl bedel ödemesi gerekenler havaalanlarında bir çanta dolusu parayla kaçmaya çalışırken onca insan enkazların altında hayatını kaybediyorsa artık yalnızca deprem bölgesinde yaşayanların değil tüm insanların soracak bir hesabı olmalıdır.
Sorumluluk almadıkları gibi:
“Doğal afet bu. Önüne geçemezdik ki.”
“Benim sadece dört binam yıkıldı. Vicdanım rahat.”
“Ben zaten müteahhit değildim.”
şeklindeki ifadeleriyle aklımızla alay etmeye devam edenlere şaşırmak ya da kızmakla yetinemeyiz.
İşin ehli olmayan bunca insan nasıl müteahhitlik yapabiliyor? Bu yetkileri dahası cesareti kimden alıyorlar? Denetimsizlikten beslenen bu liyakatsizliğin asıl sorumluları kimler? Cevapları alana dek bu soruları sormakla yükümlüyüz.
Türkiye 1999 yılından bu yana ağır yıkıma sebep olan yedi büyük deprem geçirdi. Kahramanmaraş merkezli depremle birlikte bu depremlerde hayatını kaybedenlerin sayısı 64.914’ e ulaştı. Çeyrek asırlık zaman diliminde hiçbir şeyi değiştirememiş olmanın hüznü içerisindeyiz. Sırf bu sebeple depremle ilgili yönelteceğimiz soruları ve dahi sorunları sümen altı etme hakkına sahip değiliz.
Şu sıralar depremden bahsetmek istemediğimiz, üzüntümüzü tümüyle unutma gayretinde olduğumuz, hayatı kendi ‘normal’imize çekerek yaşananları görmezden gelmeye çalıştığımız, ‘yok sayarsak yok olur’ sandığımız bir yaklaşım içerisindeyiz.
Merhamet yorgunluğu dediğimiz bu yaklaşım, hızlı tükettiğimiz duygular özelinde şekillendi. Aslında şu günlerde gösterdiğimiz kaçınma davranışının temelinde yatan sebep de buydu. Önceleri insanlar felaketin yaratmış olduğu şok etkisi ile sarsıldı. Sonrasında ise zihin, üst üste gelen uyaranlar neticesinde suçluluk hissine kapıldı. Birçoğumuz felaketin yaşandığı ilk andan bu yana sıcak evlerimizde olmaktan, yemek yemekten, uyumaktan, temiz kıyafetlerimizden, temiz suya ulaşabilmekten, sevdiklerimizle güvende olmaktan dolayı suçlu hissettik. Kimimiz bu hissi daha fazla beslememek adına bölgeye gitti kimimiz ise bulunduğu illerde yardım faaliyetlerine katıldı. Fakat bu tür imkanlara sahip olmayanlar gün geçtikçe daha da kapıldılar merhametin yorgunluğuna. Önceleri yoğun duygular eşliğinde kontrolsüzce yüklendiler benliklerine. Sonrasında ise görmeyerek duymayarak bilmeyerek iyileşebileceklerini düşündüler. Çağın da aşılamış olduğu algofobi ile acıdan korkup ve kendilerine aciz bir bilinç oluşturdular. Ve nihayetinde merhamet etmekten de yoruldular. O vakit kaçış başlamış oldu. Haber sitelerindeki manşetler atlandı, televizyonlar kapatıldı, sosyal medyada deprem konulu içerikler hızla geçildi. Depremden ve ihmâllerden bahseden kişilerin sözleri yarıda kesildi yahut hiç dinlenilmediler.
Fakat unuttuğumuz bir şey vardı: Bu kaçış bize hiçbir zaman çözüm getirmediği gibi sorunlarımızı daha da büyüttü. Her kabullenişte biraz daha yitirdik insanımızı. Son beş yılda yaşanan depremlerde liyakatsizliğin ve sessizliğimizin bedelini ödedik.
Yine aynı eşikteyiz. Bu kez aynı şeyleri tekrar yaşama ihtimaliyle devam etmemeyi umuyoruz. Bunu başarmamızın tek yolu ise ses olmaktan ve sesleri duymaktan geçiyor. Yaraları sarmaya devam etmeli, depremzedelere kulak vermeliyiz. Çünkü seslerini yalnızca enkazlarda değil devam ettirmeye çalıştıkları hayatlarında da duyurma gayretindeler. Daha sık ziyaret etmeli daha muhabbet dolu olmalıyız. Özellikle yaklaşan Ramazan ayı bizlere güzel bir vesile olmalı. Hala dokunamadığımız binlerce kişi varken alışmak, unutmak, duyarsızlaşmak bizlere çok uzak kavramlar olmalı.
Yalnızca yaralarını sarmakla da kalmamalıyız. Deprem bu ülkenin bir gerçeğiyse -ki nitekim de öyle- buna uygun adımlar atılması için elimizden geleni yapmalı ve bu adımları atmaktan kaçınan herkesten gerekli hesabı sormalıyız.
Acı, hayat var olduğu müddetçe bizimle olacak fakat ihmâlin hayatlarımızdaki yerini reddedeceğiz. Merhametin yorgunluğuna kapılmadan deprem gerçeğini gündemde tutmaya ve yaşanan ihmâlleri konuşmaya devam edeceğiz. Bu bizim kayıplarımıza, geride kalanlarımıza ve en önemlisi kendimize olan borcumuzdur.