Son birkaç yıldır Z kuşağı üzerinden apolitikleşme tartışmaları yapılıyor. Tabii Z kuşağının daha apolitik bir kuşak olduğunu söyleyenler, bunu politize olmayı olumsuzlayarak ve politize olmanın kutuplaştırma doğurduğu oysa daha apolitik bir Z kuşağının daha az kutuplaşıcı olduğu düşüncesiyle beraber söylüyorlar bunu. Politikayı daha ziyade “iç siyasete ilişkin günlük politika” olarak anlayacak olursak evet belki bu anlamda bir apolitizasyon var Z kuşağında. En azından Türkiye için konuşacak olursak bunun büyük oranda böyle olduğu söylenebilir. Oysa ben meseleyi hem Türkiye ile sınırlı tutmak istemiyorum, hem bunu salt Z kuşağına hasretmek hem de apolitizasyonu “gündelik politikalara yönelik bir ilgisizlik”in dışında daha geniş bir çerçevede tartışmak istiyorum.

Günümüzde belki apolitizasyon ve depolitizasyon iç içe yaşanıyor. Ve bu, sadece Z kuşağında gözlemlenen bir durum değil. Genel olarak bütün kuşaklarda, önceki yıllarla kıyasla bir depolitizasyon yaşanıyor. Dünyaya, bir şeylere politik ve ideolojik olarak bakmak olumsuzlanırken; ideolojik yüklerini bir kenara bırakıp, adeta ideolojiler-üstü bir açıdan bakmak olumlanıyor. Hatta ideolojiler-üstü de değil, direkt olarak ideolojisiz bakmak. İdeolojilerin insana binen bir yük, algıyı, kavrayışı körleştiren gereksiz birer perde olduğu düşüncesi artık genelgeçer bir hal aldı. Evet, bir bakıma öyledir de. Dünyaya bakarken taktığımız birer gözlüktür ideolojiler, ister isteyerek takmış olalım ister istemeyerek. Zihnimizde oluşan görüntüyü mutlak surette etkileyen bir gözlük. Ama aynı zamanda bir şeyleri birbirimizden farklı görmemize, anlamamıza, anlamlandırmamıza yol açan da bu. İçinde yaşadığımız bu postmodern zamanlarda bize sürekli “artık ideolojiler çağının bittiği”, artık kimsenin ideolojisi için hayatını adamadığı, ideolojisi ile hayatı anlamlandırmadığı ilan ediliyor. Bu postmodern zamanlarda ideoloji, artık modası geçmiş, fazlasıyla “romantik” bir kelime.

Lyotard, “postmodernizm”i, “üst-anlatılara dair bir inançsızlık” hâli olarak tanımlıyordu. Nedir bu “üst-anlatılar”? Sözlük anlamı olarak, “Bir toplumu veya tarihi özselci, indirgeyici ve genelleyici kuramsal ilkeler çerçevesinde açıklamaya çalışan, global söylem, büyük tarih felsefeleri ve toplum kuramları. 2. Tüm toplumların evrim ve değişimini açıklayabilmek için yeterli ve geçerli açıklamalar sunan büyük teori olmakla yetinmeyen, buna ek olarak insan deneyiminin hakikati konusunda nihai ve destansı öyküler anlatan teoriler.” Sözün özü, kainatın ve varoluşumuzun anlamını birkaç cümlede özetleyen ilkeler bütünü. Dinler de ideolojiler de birer üst-anlatıdır bu tanıma göre. Halihazırda postmodern zamanlarda yaşıyoruz ve gerçekten de üst-anlatıların bittiği, hiç değilse artık modalarının geçtiği artık sıkça söylenir oldu. Oysa bu söylem, “üst-anlatıların bittiği” anlatısının bizatihi kendisinin de bir “üst-anlatı” olduğunu gözden kaçırıyor veya gizliyor. Oysa “anlatı”lar olmaksızın dünyayı anlamlı bir bütün olarak anlamak mümkün müdür?

Şimdilerde her zaman olduğu gibi, belki her zamankinden daha çok olgu yığınına muhatap oluyoruz. Günlük yaşantımızda, adına kapitalist sistem dediğimiz bir ekonomik sistemle ve adına devlet dediğimiz bir siyasi sistemle muhatap oluyoruz. Haberler izliyoruz, sosyal medyaya muhatap oluyoruz. Lyotard’ın bu sözü söylediği zamankinden daha çok olgu uyarımı oluyor, Paul Virilio’nun deyişiyle “enformasyon bombası” patlıyor zihnimizde. Bu olgular biz kabul etsek de etmesek de, fark etsek de etmesek de bize bir yorumlama tarzı ile beraber geliyor. Bu olgulara biz doğada kendi başlarına dururlar iken şahit olmuyoruz. Sözgelimi medya bize bu olguları, biz fark etmesek de bir yorumlama tarzı ile sunuyor. Yahut biz fark etsek de etmesek de bunları bir tabiri caizse “algılama talimatnamesi” ile “algı”lıyoruz. Bize bir şeyleri anlatanlar, o bir şeylerin belli yönlerine vurgu yaparak anlatıyor ve bizim de o bir şeyleri, belli yönlerinden belli bir yaklaşım tarzı ile algılamamızı sağlıyorlar.

Dünyaya ideolojiler olmadan bakmak, koca bir yığına onları nasıl sınıflandırılacağımıza dair bir kılavuz olmadan bakmak gibidir. O yığını anlamlı bir bütün haline getirmek için bir kılavuza ihtiyaç duyarız, ister biz o kılavuzu dışarıda verili olarak alalım ister onu kendimiz oluşturalım, bir kılavuza hep ihtiyaç duyarız. Aksi takdirde o yığına bakan, yığının neresine bakacağını bile bilemez. Yalçın Küçük, “Aydın Üzerine Tezler” kitabında "Biyolojik insana göz, düşünen insana bakış açısı gerek. Bakış açısı olmadan bakmak, bakmamak demek. Bir araştırıcı eğer, somutun zenginliğinden doğan bir teorik şema olmadan tarihe bakıyorsa, aslında bakmıyor demektir." der. Yığını; anlamlı bir bütün haline getiren şey o bakış açısıdır, ideolojidir, “anlatı”dır. Anlamı oluşturan olgular değil, olguların yorumudur. Olgular yığınının tertipli ve anlamlı, anlaşılır bir düzen almasını şematize etme ve yorumlama kabiliyeti sağlar.

Dolayısıyla bizi, dünyaya ve dünyada olup bitene anlamlı bir bütün olarak değil anlamsız bir yığın olarak bakmaya çağıranlar aslında neye çağırıyor? Bizi, dünyada herhangi bir anlam görmeyen, kendini akışa kaptırmış, inisiyatif almayan, olup bitenlerden elini eteğini nihilist bir umursamazlıkla çeken bir tavra çağıranlar aslında neye çağırmış oluyor? Politikacıların, demagogların, ideologların yağmurundan kaçarken kapitalist sistemin ve teknokratların insafına mı bırakılıyoruz?