Göçmenler ve Toplumsal Enkaz
“Kim bu yabancı?” sorusunu yazıya başlık olarak belirlerken, bugün toplumun ayrı ayrı parçalarını oluşturan belki binlerce kişinin aile geçmişlerinin bir göç hikayesi olduğu aklıma gelmişti. Balkan göçleri, Kafkas göçleri, iç göçler, Irak ve Suriye göçleri ve daha başkaları. Geçtiğimiz yıl “Evden Uzakta” adında bir hikaye derlemesi okumuştum, farklı coğrafyalardan farklı sebeplerle ve farklı zamanlarda Türkiye’ye göç edenlerin gerçek hikayelerine dayanarak yazılmış hikayelerden oluşuyordu. Kitabı bir solukta okuyup bitirdiğimde hissettiğim duygu garip bir boşluk oluşturmuştu. Bugün ülke gündemini meşgul eden ırkçılık ve yabancı düşmanlığı o nedenle bu soruyu sorduruyor, kim bu yabancı?
Bu yazıda konuya biraz daha sosyal bağlamda ele alacağım, dosya konusu içerisinde farklı disiplinler açısından inceleyen yayınlarımız da olacak. Ülkemizde her ortamın yegane tartışma konularından biri olan bu sorunu mümkün olduğunca çözüm odaklı ve makul zeminde ele almayı gaye edindik. Meseleye göçmen ve sığınmacı kavramlarının bizler için ilk çağrışımı olan Suriye konusunda kısaca değinerek başlayacağım.
2011 yılında Arap Baharı’nın başlangıcından 6 ay kadar bir süre geçmişken Suriye sokaklarında hareketlilik başlamıştı. Muaviye Sayasna ve arkadaşları okul duvarına “Ey Doktor, şimdi sıra sende!” yazmaları, o günün ardından başlayan süreçte aylar içerisinde git gide girift hale gelen bir savaşa giden yolun görünür kıvılcımı oldu. Elbette 30 yılı aşkın süredir Suriye’de süren Esed rejiminin önce baba Hafız Esed ardından oğul Beşar Esed tarafından hüküm süren otokratik yönetiminin baskı ve zulümleri savaşın asıl sebeplerindendi. Bununla birlikte savaşın aktörleri olmuş olan küresel ve bölgesel güçleri aynı nispette savaşın müsebbipleri arasında sayabiliriz. Savaşın politik ve stratejik analizi konumuzun dışında olduğu için bu savaşın Türkiye’de yaşayan halk için en belirgin olan sonuçlarından birine odaklanalım: Göç.
SURİYE SAVAŞI
Suriye Savaşının patlak vermesinin hemen ardından çocuğunu ailesini korumak isteyen binlerce kişi Türkiye sınırına gelerek sığınmak istedi. 2012 yılında Esed ordusundan kimi subayların halktan yana tavır alması ile Özgür Suriye Ordusu adıyla direnişçilerin örgütlenmesi tam anlamıyla bir iç savaş doğurdu. Kısa sürede irili ufaklı birçok grup ülkenin farklı noktalarında silahlı olarak teşekkül etti. Silahlı çatışmalarda Esed zulmüne karşı koymaya çalışan halk zaman içerisinde kör düğüm olan bir savaş ile karşı karşıya kaldı. Savaşın taraflarını detaylı ele almak bu yazıda mümkün değil ancak başından bugüne kamuoyuna yansıyan tarafların adlarını hatırlamak yerinde olacaktır. Esed Rejimi, ÖSO, El-Nusra, Ahrar’uş Şam, DEAŞ, daha sonra bir ittifak olarak kurulan Heyet-i Tahrir’uş Şam, PYD, YPG isimleri sadece haberleri takip eden herhangi biri anımsar. Bugüne kadar onlarca grup savaş içerisinde aktif olarak yer aldı ve alıyor. ABD, Rusya, İran ve Türkiye ile Lübnan Hizbullah’ı da diğer etken unsurlar olarak yer alıyor. Bu denli karmaşık bir düzlemde savaş artık baskıcı ve zalim diktatöre karşı verilen bir halk savaşı olmanın ötesinde birden çok çıkar grubunun içinde yer aldığı bir savaş sektörüne dönüşmüştü. İnsanlar ailesini, sevdiklerini amaçsızca birbirlerini öldürmekten yada zalimce öldürülmekten korumak için sığınacak yer aradılar.
KARDEŞLİK SEVGİSİ KARDEŞTEN NEFRETE Mİ DÖNÜŞTÜ?
Suriye meselesinin tüm boyutları bu yazının konusunu oluşturmadığı için yalnızca Türkiye’de gündemde olan göç ve göçmenlik sorunu içerisinde Suriyeli sığınmacıların durumunu bilmek adına kısaca savaşın tesirinden bahsetmek istedim. Ancak ülke gündeminde, ekonomik şartların da günden güne kötüleşmesi nedeniyle gittikçe tırmanan yabancı düşmanlığı yalnızca Suriye’den gelen insanlarla ilgili değil. Hükümetin Afganistan’dan İran rotası üzerinden Türkiye’ye akın eden düzensiz göç dalgasına karşı kayıtsızlığı ve hiçbir sınır kontrolü sağlamaması konuya farklı uçlardan yaklaşanların oluşturduğu gerilimi besleyerek bir nefret doğurdu. Elbette toplumun kendine içkin özellikleri, dinamikleri de nefretin beslenmesinde önemli bir etken. Ayrıca küresel olarak yükselen ırkçılık ve pandemi sonrası özellikle sınırların yeniden katılaşmasının Türkiye gündeminde oluşturduğu etki de bu hususta yadsınamaz.
Afganistan ve Pakistan uyruklu yüzlerce, binlerce kişinin Türkiye üzerinden Avrupa ülkelerine veya Kanada gibi batılı devletlere gitme çabası; Türkiye’de görece kendi ülkelerinde erişemedikleri sosyal imkanlara(!) erişmek istemeleri, çalışıp para kazanmak istemeleri vb. pek çok sebeple ülkemize gelmesi ciddi bir karmaşa doğurdu. Toplumun hali hazırda 10 yılı aşkın süredir devam eden bir savaşın mağdurlarına uyum sağlaması süreci yeterince sağlanamamışken yeni bir göç dalgası büyük bir kırılmaya sebep oldu. Bununla beraber artan işsizlik, siyaset içerisinde tırmanan gerilim, ekonomik kriz ve geçim sıkıntısı geniş kalabalıkların riskli bir öfke biriktirmesiyle neticelendi. Böyle zamanlarda insanlar bir günah keçisi arar ve siyaset meydanı bu günah keçisini bulmakta pek zorluk çekmez. Bir günah keçisinin ortaya atılması sonucunda öfke patlaması yaşayan kitleyi yönlendirenler, hamaset ve çıkar çerçevesinde hareket edince felaket ortaya çıkar.
Ümit Özdağ’ın Zafer Partisini kurmasının ardından yürüttüğü Mülteci karşıtlığı kampanya tüm muhalefeti ve iktidarı bu eksende bir düzleme zorladı. Kampanya aynı zamanda toplumun ırkçı olmayan ancak milliyetçiliğe uzak olmayan kesimlerini yukarıda zikredildiği şartlar altında yabancı karşıtlığına kanalize ederek çözümden oldukça uzak bir çatışma doğurdu. Mülteciler konusunda her platformda yaşanan tartışmaların etki sahibi olan çoğunluğu maalesef hiçbir çözüm arayışı içermeyen uç noktalar arasında gelişen tartışmalar oldu. Sığınmacıların geri gönderilmesi, sınırdışı edilmesi ve başka ülkelere gönderilmesi konuları birden siyasetin seçim propagandasına dönüştü. İnsani bir bakış açısından dehşet verici olan bu söylemler maalesef ekonomik kriz nedeniyle öfke dolu olan toplumda ciddi karşılık buldu. Bu durum nasıl açıklanabilir, ne yapılabilir?
Gaziantep’te bir çocuğu kaçıran şahsın çarşaf giyip saklandığı iddiasının yüzünden yüzü tekmelenen 70 yaşındaki Leyla Muhammed’e sosyal medyada Suriyeli olduğu için “iyi olmuş” diye oh çeken onlarca kişi oldu. Ankara’da Somalili işletmecilerin “Saab” isimli restoranı her türlü yasal gerekliliğin yerine getirilmesine rağmen defalarca cezai işleme muhatap oldu, tabelaları yeşilçam filmlerinde yaşanan absürt sahneleri aratmayacak şekilde bir haftada dört defa değiştirilmeye zorlandı. Doğrudan polis eliyle yapılan bu müdahalenin mevcut siyasi atmosferden bağımsız okunması imkansız görünmektedir. Afganistan’da Taliban’ın yönetimi kontrol altına almasının ardından ülkeden kaçan binlerce insanın arasında kontrolsüz bir şekilde Türkiye’ye gelenlerin sebep gösterildiği infialler neticesinde uzun yıllardır Türkiye’de kaçak çalışan onlarca Afganistan uyruklu işçilerin rastgele sınırdışı edilmesi yine aynı zeminde ele alınmalı. Ankara’da, İstanbul Esenyurt’ta ve bazı anadolu şehirlerinde meydana gelen şiddet eylemlerinde Suriyelilere ait ev ve iş yerlerinin ateşe verilmesi, insanlara çoluk çocuk demeden saldırılması makul hiçbir gerekçe ile açıklanabilecek durumlar değil. Kuşkusuz kitleler içerisinde bu eylemleri gerçekleştiren her bir vatandaş masum değil, ancak suçun büyüğü onların mı yoksa bu gerilimi yükselten medya ve siyasetçilerin mi?
Siyaset yapanların; halen mecliste ve hükümette bulunan iktidar ile muhalefet çevrelerinin konuyu sosyolojik, ekonomik ve hukuki açıdan ehemmiyetle ele aldığını göremedik. Medya ise nefret ve kışkırtmayı beslemek için adeta and içmiş durumda. Halk, ne yetkililerden ne medyadan konunun mahiyeti hakkında teskin edici ve doyurucu bir şey duyabilmiş değil. Öyle ise sorun nasıl çözülecek?
NE YAPILMALI?
Yabancı düşmanlığı ve ırkçılık için sivil iradenin teşekkül ettiği alanlarda sivil toplumun üzerine düşen görevler var, ancak çözüm yalnızca STK ve sivil oluşumlar eliyle çözülemez. Sosyolog, psikolog, uluslararası ilişkiler uzmanı, siyaset bilimci, iktisatçı uzmanların saha deneyimlerine dayanan çalışmaları ışığında Kamu kurumlarının ve başta iktidar partisi olmak üzere siyasetin el ele meseleyi çözmesi gerekir. Sınır güvenliğinden endişe duyulurken güvenlikleştirme yaklaşımının insaniyetten uzaklaşma ihtimaline karşı dikkatli olunmalı, sığınmacılar için kapıları açarken toplumsal gerçekliklerin ve sosyo-kültürel dinamiklerin farkında olarak hareket edilmeli, diplomatik ve ekonomik her türlü aracın ustalıkla kullanılarak göç yoğunluğunun bir krize dönüşmesinin önüne geçilmeli.
Toz pembe bir mülteci dostluğu çözüme hizmet etmezken, amansız bir ırkçılık ve yabancı düşmanlığı da asla çözüm getirmediği gibi yangına benzin dökmek olur. Bu nedenle yaşanan sürecin dikkatle takip edilmesi, göç hareketliliğinin mümkün olduğunca düzenli sağlanması ve yükün kaldırılması için gerekli sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel adımların atılması yetkililer tarafından siyaset üstü bir konu olarak görülmek zorundadır. Nasıl ki siyasi atmosfer ne olursa olsun, hangi parti iktidar olursa olsun Kıbrıs meselesi devlet organları ve toplum nezdinde bir öneme sahipse, göç konusu da bu hassasiyetle takip edilerek özellikle ırkçılık karşısında, insani ilkelerle, insan onurunu ve yaşamını önceleyerek yönetilmelidir. Kurumların bu bağlamda teşekkül etmesi, uluslararası göç dalgalarının diplomatik ilişkiler sağlanarak üçüncü ülkelerle yükün paylaşılması şeklinde yönetilmesi, kültürel bağlamda yaşanabilecek uyum sorunlarının önüne set çekecek önlemler alınması elzemdir.
Sivil inisiyatif sahiplerinin üzerine düşeni büyük ölçüde yaptığını ikrar etmekle beraber bu konuda neler yapılabileceğini de konuşmak gerek. Farkındalığın artırılması için kardeşlik hukukunu teşvik edecek şekilde etkinliklerin, eylemlerin, bilgilendirme ve hane-ferd eksenli faaliyetlerin yürütülmesi gerekmekte. Toplumun bu bağlamda sahip olduğu stresi azaltmaya yönelik kampanyaların yanında bürokratik yetkililerin, siyasetçilerin ve medyanın konuyu makul zeminde ele almaya zorlanacağı kamuoyu oluşturma çalışmaları yürütülmeli. Bireysel olarak ise sosyal medya kullanımı başta olmak üzere muhatap olduğumuz ortamlarda insanları teşvik edecek şekilde konuya insani boyuttan bakmayı telkin etmemiz gerek, ırkçı bir düşmanlık ve saldırı ile karşı karşıya kalındığında ise bu yapılanın utanılası bir eylem olduğunu hissettirecek şekilde net bir tepki ortaya koymak gerek. Makul ve insani olanı bireysel ve sivil olarak olabildiğince kuvvetli bir sesle dile getirmek zorundayız. Sivil irade, bireyler asla politikacılar ve bürokratların bağlayıcı olarak karşılaştığı etkenlere muhatap oluyor gibi hareket etmemeli. Sınır güvenliğinin nasıl sağlanacağına bir vatandaş doğrudan muhatap değildir ancak komşusu olan bir göçmene insanca muamele etmeye muhataptır. Bu ayrımın yapılmasına imkan vermeyen ötekileştirici dilden ve şiddetten geniş kitleleri uzak tutmak için hem bireysel hem toplumsal alanda tüm imkanlar seferber edilerek hareket edilmediği takdirde bu konu daha büyük tehlikeli sonuçlar ile karşılacaktır.