Uzun yıllardır saha çalışmaları esnasındaki gözlemlerim temelinde kaleme aldığım “Yardım Çalışmalarında Kaynağa Ulaşmanın Etik Dışı Yolu: Mağdur Çocuk Fotoğrafları” adlı bir önceki yazımda, kurumların ihtiyaç sahibi kişilerin mağduriyetleri üzerinden fon oluşturma anlayışları ve ajitasyon kavramından bahsetmiştim. Maalesef Türkiye’de “etik sınırları” üzerine pek düşünme fırsatı olmamış sivil toplum kuruluşlarının; toplum ve toplumun hassasiyetleri uyarınca da çizmek konusunda pek muktedir olamadıkları kurumsal sınırları sebebiyle yardım çalışmalarının en önemli motivasyon kaynağını mağdur fotoğrafları oluşturuyor. Bunu haberlere konu olmayı başarmış bir çocuğun, yaşlının ya da ihtiyaç sahibinin aniden tüm ihtiyaçlarının fazlasıyla giderilmesinden anlamak mümkün. Oysa arka planda bir grup insan ya da sivil toplum kuruluşu aylarca kampanya yürütmüş olabilir. Gözümüzden bir damla yaş akıtma gücü olan acıların her biri, bir sivil toplum kuruluşu için kaynağa dönüşebilir. Bunun ne kadar olumlu ya da olumsuz olduğunu tartışmaya devam edeceğiz. Yapıcı bir dönüşüme sebep olmasını umarak, tartışmaya başlamadan önce mezkûr konunun gönüllüler üstü olduğunun altını çizmek isterim.

Yukarıda sözünü ettiğim ilk yazımda, Türkiye’de iyilik yapma motivasyonu ile ilgili en büyük sorunlarımızın ne olduğundan bahsetmiş, acıma duygusunun vazgeçilmezliğini ele almıştım. Bugün depremin üzerinden neredeyse üç ay geçmişken, ilk günlerde seferber olduğumuz yardım kampanyaları gitgide azalırken ve çoğu mecrada acil ve en temel insani ihtiyaçlar için duyurular yapılırken, gözlerimizi aniden yardım tırlarının azaldığı yollara; gönüllü sayısının birden bire azaldığı çadır kentlere çevireceğiz. Neden deprem bölgesine giden yardımlar gitgide azalıyor?

Meselenin ilk bakışta, sivil toplum kuruluşunun oluşturduğu kaynağı nasıl, nerede, kim için ve ne niyetle kullandığı ile alakalı olduğunu düşünebiliriz. Bir bağışın makbuzu kesildiyse ve aynı bağışla alınan ürünün faturası ile teslim tutanağı mevcut ise herhangi bir yasal sorun görünmüyor. Peki etik sınırlarımız?

Depremin olduğu ilk günler belediyelerin spor salonları, büyük kongre merkezleri, meydanlar ve hatta ülkede boş ve büyük olan her alan yardımla dolup taştı. İnsanlar elinde olan her şeyi deprem bölgesine göndermek için büyük bir seferberliğe giriştiler. Binlerce tır şehir girişlerinde kuyruklar oluşturdu ve hatta bazı yardımların koordinasyonsuzluk sebebiyle israf olduğuna bile şahit olduk. Nasıl olur da bugün hâlâ normalleşmek bu kadar zorken, içimiz kan ağlarken, hâlâ başımızı yastığa rahat koyamazken kurulu düzeni olan bir çadır kentte acil malzeme ihtiyacı olabilir?

Maalesef sivil toplum kuruluşlarının insanları iyiliğe teşvik etme yöntemleri arasında en büyük yere sahip olan yöntemin acıma duygusu tetiklemek üzerine inşa edilmiş olduğundan bahsetmiştik. Ajitasyon Türk Dil Kurumu'na göre körükleme, duygu sömürüsü yapma, insanın duygu ve zihin dünyasında sarsıntı yapma anlamına geliyor. Elbette “Sivil toplum kuruluşlarının niyeti insanların duygularını sömürmektir.” demek mümkün değil. Fakat iyiliğin motivasyonu doğrudan görsel araçlar üzerinden inşa edildiğinde kişiler, farkında olmadan iyilik yapmak için yeni bir fotoğraf, yeni bir video görerek tetiklenme ihtiyacı hissediyorlar. Acıklı bir fon müziği, ağlayan insan yüzleri yeniden iyilik yapmak için teşvik edici olabiliyor. 

İyilik bu kadar çok görüntülenmeye ihtiyacı olan bir şey midir? Elbette hayır. Türkiye’de hayırseverlik toplum içinde önemli ve büyük bir yere sahiptir. Çoğu kişinin diğerlerinden daha çok güvendiği en azından bir sivil toplum kuruluşu mevcuttur. Bu kurumu kişinin ilişkileri, siyasi tavrı ya da inancı belirleyebilir. Kişilerle kurumlar arasındaki yardım eden ve yardımı ulaştıran ilişkisi, bir güven duygusu üzerine kuruludur. Çoğu kişi yardım ettikten sonra nereye gittiğiyle alakalı bir soru sorma ihtiyacı duymaz. Gerçekten de toplumda yer edinmiş önemli, büyük ve güvenilir birçok sivil toplum kuruluşu da mevcuttur ve bu vaziyet, elbette toplumumuz için gurur vericidir. 

Kişilerin kurumlara verdiği destek ve kurumların kişileri bilgilendirme süreci güven  ve işlevsellik üzerine kuruludur. Kurum, destekçilerine şeffaf olarak düzenli bilgi akışı sağlamalı ve bu güveni sarsmadığı sürece bağışçı ona desteğini devam ettirmelidir. Özellikle yetimler, engelliler, öğrenciler, savaş mağdurları, kadınlar, çocuklar ve benzeri gruplarla çalışan sivil toplum kuruluşlarının bağış ihtiyacı süreklidir. Bu haliyle gönüllülük ve bağışçılık sürekliliğe ihtiyaç duyar. Bu süreç hayırseverin iyilik motivasyonu ile doğrudan ilişkilidir. Oysa iyiliğin motivasyonu acıma duygusu olmamalıdır. İyilik motivasyonunu acıma duygusundan aldığında sonraki süreçte daima acınacak halde olan kişilere ve durumlara ihtiyaç duyan “iyi”ler türeyecektir. Halbuki iyilik acıma duygusuna değil farkındalığa ihtiyaç duyar. Farkında olan ve katkı sağlamak isteyen kişi motivasyonunu mağduriyette bulmaz. Gücü yettiği kadarıyla fayda sağlamak ister. Önemli olan ise görmekten ziyade güven duymak, emin olmaktır. 

Deprem bölgelerinden yapılan naklen yayınlar azaldı, paylaşılan fotoğraflar eskidi, videolar ise yeni mağduriyetlere odaklanmıyor. Görsel araçların etkisini kaybetme ivmesi ile yardımların azalma ivmesi arasındaki doğru orantıyı farkettiniz mi? Karşımıza genelde aynı fotoğraflar çıkıyor, mağdur yüzlerini artık ezberledik. “Asrın felaketi” bile ilk aylarında herkesin içini hâlâ çok acıtsa da olağanüstülüğünü kaybetti. 

Burada iki başlık açmak mümkün:

1-  Halk olarak yanlış yaptığımız yer neresi?

2- Sivil toplum kuruluşlarının yanlış yaptığı yer neresi? 

Birinci soru ile başlayabiliriz. Halk acil durumlarda kendini hızlıca karşıdakinin yerine koyarak harekete geçer. Yani hepimiz depremin ilk gününde felaketin boyutunu anlamak için bir depremzedenin neler yaşadığını düşünüp hissetmeye çalıştık. İnsani ve gayet doğal bir süreç. Fakat iyilik yapma motivasyonumuzu oturup gerçekten sorgulamamız gereken bir yerdeyiz. “İlk günler canla başla yardım bulmaya çalışırken şimdi neden aynı motivasyonu bulamıyorum?” sorusu üzerine kafa yormalıyız. Çünkü yaşadığımız felaket maalesef en azından 1 yıl boyunca sürekli ve düzenli bir şekilde destek olmayı gerektirecek kadar büyük. İyilik yapmadaki içsel motivasyonumuzu inancımız, hayat amacımız, yardım etme arzumuz, insanlara iyi gelme isteğimiz, geçmiş deneyimlerimiz gibi birçok şey oluşturabilir. Ve motivasyonlarımızın birbirinden farklı şeylerden besleniyor olmasının hiçbir mahsuru yoktur. Nihayetinde hepimiz birer gönüllü olarak bir araya gelip yardımları hazırlamaya ya da sahada gönüllülük yapmaya devam edebiliriz. Amaç edindiğimiz şey (deprem bölgesinde işe yarar bir şeyler yapmak) kişisel sebeplerimizin üstünde konumlanacaktır. Bu sebeple gücümüzü toplamalı, sahada, ayni yardımda ya da duyurular kısmındaki sorumluluklarımızı hatırlamalıyız. 

Bir diğer sorunun cevabı ise yukarıda bahsettiğim önemli birkaç sebep üzerine inşa olmuş durumda. Edilmiş değil olmuş diyorum çünkü bu doğrudan art niyetle inşa edilmiş bir süreçten ziyade insanın doğasından beslenen ve çoğunlukla kendiliğinden ileri gelen bir süreç. Fakat iyilik, bilince ve farkındalığa daima ihtiyaç duyar.

Mevzu bahis durumun birkaç temel sebebini görsel medya araçlarının kullanım şekilleri, fon bulma kaygısı ve güven kaybetme korkusu olarak sıralayabiliriz. Bir sivil toplum kuruluşunun ihtiyaç sahibi bir bölge ile alakalı olarak herhangi bir mağdur fotoğrafına yer vermeden hazırladığı bir post/tweet/video ile mağdur fotoğrafını kullanarak hazırladığı bir post/tweet/videonun paylaşım saatlerini baz alarak eş anlı bağış hesaplarını da inceleme şansımız olsaydı, yaşanan sıkıntıyı daha net görebilirdik. Bunu gerçeklik algısıyla ilişkilendirmek pek tabii mümkün. Fakat durum bu kadar acil iken, hâlâ acıma duygusunu yeniden hissetmeye duyduğumuz ihtiyaca dair oluşan sorunlu süreçte sivil toplum kuruluşlarının ne kadar payı var? Düzenli olarak fotoğraflarla ve videolarla körüklenen acıma duygumuz yeniden tetiklenmediği zaman  harekete geçmenin bu kadar zor olmasında sivil toplum kuruluşlarının bilinçsiz tavırlarının ne kadar payı var?“Bu noktada gözler  mağdura çevrildiğinde ne etik sınırlar ne de Kişisel Verilerin Korunması Kanunu bilirkişilerin umursadığı şey olmaktan çıkıyor. Oysa bugün birçok mecrada yoksulluğu sebebiyle yer bulmuş çocukların/mağdurların yarın bu fotoğraflarla karşılaştıklarında hissedecekleri duygular, yaşayacakları üzüntü, hatırlayacakları acılar iyiliğin iyi niyetli istismarıdır. Niyet, istismar söz konusu olduğunda dikkate alınan bir şey değildir.“ cümlesini bir önceki yazımdan olduğu gibi alıp tam da buraya eklemek isterim. Etik sınırlarımız… Kişilerin mağduriyetini bir fon oluşturma aracı olarak kullanmayı tercih etmemizin önüne geçecek olan, iyiliği bir mağduriyet yarışı haline getirmemize engel olacak olan ve iyiliği bir bilinç ve farkındalık yarışı haline getirecek olan yine etik sınırlarımız!