Siyaset hayatımızda en sık dillendirilen vaatlerin başında, yeni anayasayla beraber seçim ve siyasi partiler yasalarında değişiklikler geliyor. Genelde bu alanlara yönelik eleştiriler muhalefetteyken net bir şekilde yapılsa da iktidara gelindiğinde devamlılık sağlayacak araçlar olarak görülüyor ve düzenlemeler ona göre yapılıyor. Teorik olarak yapılan bu düzenlemelerin pratik karşılığı her zaman istenildiği gibi olmasa da iktidarların vazgeçmediği yöntemlerden biri olarak güncelliğini koruyor.
Parlamento ve seçim kavramlarıyla 19. yüzyılda tanışan toplumlardan biriyiz. Dolayısıyla ilk seçim kanunumuz da 1877’ye dayanıyor. Osmanlı Mebusan Meclisi’nde hazırlanan bu kanun cumhuriyet ilanından sonra da uzun süre yürürlükte kalıyor. İki dereceli ve açık oy - gizli sayım esasını içeren bu kanun, 1877-1943 yılları arasında kullanılıyor. Seçim kanununda değişiklik yapma fikrinin temeli ise 1946 seçimlerine doğru atılıyor. Bu değişikliğe kadar kullanılan iki dereceli seçim sistemi yerini tek dereceli sisteme bırakıyor.
Bu ilk esaslı değişiklikten sonra seçim kanununda değişiklik teklifleri güncelliğini koruyarak bugüne kadar uzanıyor. 1946 değişikliğinden sonra Demokrat Parti’nin meclise girmesi de bazı tartışmalara kapı aralıyor. 1950’de yapılan değişiklik CHP ve DP’nin ortak iradesiyle yapılsa da değişikliğin darbe alan partisi CHP oluyor.
1954 seçimlerinde %58 oyla 503 vekilliği DP alırken %35 oy alan CHP 31 vekillik alabiliyor. 1957 seçimlerine doğru ise atmosferin kızışması ve Fuat Köprülü’nün partiden ayrılması, iktidarı seçim kanununda oynamalara yöneltiyor. Demokrat Parti 1946 ve 1950 seçimlerinde nispi sistemi savunmasına rağmen iktidara geldikten sonra çoğunluk sisteminden vazgeçmiyor ve 1957 yılındaki değişiklikle beraber muhalefetin ittifak yaparak seçime girmesinin önüne geçiyor. Buna rağmen %10 oy kaybına uğruyor ve %48 oyla 424 sandalyeye sahip oluyor. Ana muhalefet CHP ise %41 oyla 178 sandalye alıyor. Dönemin şartları ve iki parti arasındaki oy farkına bakıldığında seçim kanunu marifetiyle yapılan engelleme olmasaydı farklı bir sonuçla karşılaşmamız da ihtimal dahilinde görünüyor.
1980 darbesinden sonra yine güçlü bir halk desteğiyle başa gelen Özal Döneminde de seçim kanunu değişikliği çıkar yol olarak görülüyor. Seçim çevresini daraltmasına rağmen partisinin oylarının gerilemesini engelleyemeyen Özal, 1987 seçimleri sonrası iki değişiklik yapıyor. Bu değişiklikler de iktidar partisinin ayağına dolanıyor ve 1991 seçimlerinde %27 oyla 178 vekillik alan DYP’nin ardından ANAP %24 oyla ancak 115 vekil çıkarabiliyor. Böylece iktidarı kaybeden ANAP, koltuğu Demirel’e bırakıyor.
1991 seçimleri öncesi değişikliğin sonuçları bugün açısından diğerlerinden daha fazla önem ifade ediyor bizler için. Seçimden önceki değişikliklerle %10 ülke barajı korunurken bölge barajı değiştiriliyor. Tercihli oy sistemi getirilerek parti oylarının belirli bir yüzdesini alan adayların listenin ilk sırasına çıkması sağlanıyor. Bu değişiklikle 1991 seçim sonuçlarında 52 adayın seçilme durumu etkileniyor. Bu adaylardan birisi de seçime MÇP ve IDP ile ittifak yaparak giren Refah Partisi’nin İstanbul 6. Bölge adayı Recep Tayyip Erdoğan. Refah Partisi’nin 6. Seçim bölgesinde %20 oy almasıyla milletvekilliğine hak kazanan Erdoğan, seçimden önce yapılan değişiklikle ilk kez uygulamaya giren tercihli oy sistemi nedeniyle hakkını 13 bin tercihli oy alan Mustafa Baş’a devretmek zorunda kalıyor.
1991 seçimleri öncesi politik mühendislikle seçim kanununda yapılan değişikliklerin mağduru olan Erdoğan’ın iktidar döneminde de seçime doğru giderken seçim kanunu değişikliği yaşadık. 6 muhalefet partisinin bir araya gelerek verdiği görüntünün ardından anket sonuçlarını göz önüne aldığımızda yapılan değişikliklerin arka planda başka beklentilerle hazırlandığını tahmin etmek zor olmasa gerek. Elbette temelde 15 maddeden oluşan değişikliğin her maddesi olumsuz sonuçlar doğurmasa da bazı noktaları seçime kadar tartışılmaya devam edecek gibi duruyor.
6 muhalefet partisinin bir araya gelerek verdiği görüntünün ardından anket sonuçlarını göz önüne aldığımızda yapılan değişikliklerin arka planda başka beklentilerle hazırlandığını tahmin etmek zor olmasa gerek.
Örneğin 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanununun 33. maddesinin 1. fıkrasında yer alan "oyların %10'unu” ibaresi "oyların %7'sini” şeklinde değiştirilerek ülke geneli seçim barajı düşürüldü. Temsilde adaleti sağlama noktasında yeterli bir değişiklik olmasa da %7 barajın %10 barajdan evla olduğunu söylememiz gerekiyor. Elbette değişiklik nedeninin ittifak ortağı MHP ile ilgili olduğu herkesçe biliniyor.
298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanunun 14. maddesinin 1. fıkrasının 11. numaralı bendinde yer alan "veya Türkiye Büyük Millet Meclisinde gruplarının bulunması” ibaresi de madde metninden çıkarıldı. Bu konuda en yakın örnek olarak akıllara İyi Parti’nin seçimlere girme hakkını elde etmesi geliyor. Normal yollarla Eylül 2018’de seçime girme hakkını elde edecek olan İyi Parti, tarihin Haziran 2018 olarak belirlenmesi karşısında CHP’den 15 vekilin sembolik olarak transferiyle mecliste grup kurmuş ve YSK tarafından seçime girebilecek partiler listesine dahil edilmişti.
Yine yeni kanunda bulunan il seçim kurulları, kurul başkanları, sandık kurulları ve muhtarlıkla ilgili maddelerin yanında asıl tartışmayı 2839 sayılı Kanunun 34. maddesinin son fıkrasında yapılan değişiklik oluşturuyor. Buna göre ilgili kısım "İttifakın aldığı oy toplamı ülke barajını geçtiği takdirde, seçim çevrelerinde milletvekili hesabı ve dağılımı, ittifak içinde yer alan her bir partinin o seçim çevresinde almış olduğu oy sayısı dikkate alınarak bu maddenin üçüncü fıkrasına göre yapılır." şeklinde değiştirildi.
Maddenin gerekçesinde “Önerilen bu değişiklikle siyasi partilerin tüzel kişiliklerine destek verilmiş, ittifak oluşturmayı hedefleyen ortak amaç ve hedefler yanında, program ve ittifak dışı hedefler itibariyle ittifak içinde görünür olan her partinin, ittifak dışındaki görünürlüğü güçlendirilmiştir. Ayrıca siyasi parti tercihlerinde, belirli ortak hedef veya hedefler ötesinde, seçmen iradesinin kendi partisi dışında başka partilere yansıyacak sonuçlar doğurur olmaması dikkate alınmıştır.” ifadeleri kullanılsa da yorumların geneli düzenleme amacının muhalefetin olası ittifakının gücünü zayıflatmak olduğu yönünde.
Bu değişikliğe göre ittifakın aldığı oy toplamı %7'yi geçtiği takdirde seçim çevrelerinde milletvekili hesabı ve dağılımı, ittifak içinde yer alan her bir partinin o seçim çevresinde almış olduğu oy sayısı üzerinden yapılacak. Bu da ittifakta oluşan artık oyların milletvekili çıkarma olasılığına olan etkisinin önüne geçecek. Pratikte bunun en önemli sonucu ise tek başına barajı geçemeyecek oranlara sahip Saadet, Deva, Gelecek ve Demokrat Parti için doğuyor. Sonuç itibariyle de oy oranı düşük olan partilerin milletvekili çıkarma ihtimalleri etkileneceği için ittifak içindeki büyük partilerin listelerinden girilmesi, değişiklik henüz tasarı halindeyken gündeme gelmişti. Karşıtında ise sosyolojik yapı açısından bu partilerin tabanlarını CHP listesinin altına oy vermeye zorlamanın, durumu daha karışık bir hale getireceği görüşü dillendirildi. İkinci bir seçenek olarak tabanı daha muhafazakar olan bu dört partinin ayrı bir şekilde yahut yine Millet İttifakı içinde tek listeden seçime girmesi sunulmuştu. Kamuoyu önündeki açıklamalarla Davutoğlu ve Karamollaoğlu’nun bu fikre soğuk bakmadığı anlaşılsa da Babacan’ın açıklamaları bu kapıyı da baştan kapatmış oldu. Muhalefetin bu konuda net olarak hangi adımı tercih edeceğini ilerleyen süreçte görebileceğiz.
Önceki iktidarların seçim kanunu değişiklikleri adımlarının ardından gündemimizde olan son değişikliğe baktığımızda temel amacın farklı olduğunu söylememiz pek mümkün değil. Ancak unutmamak gerekiyor ki teorik planlama yapılırken hesaplanması mümkün olmayan ve ancak sandıklar açıldığında görülebilen seçmen refleksi etmeni var. Yani seçim başarısının yolu seçim kanununda düzenleme yapmaktan geçmiyor hatta çoğu zaman bu düzenlemeler iktidarların ummadığı sonuçlar doğuruyor.