Yazı dizisinin önceki üç yazısında da sığınmacıların gönderilmesi/ geri dönüşü meselesinin uluslararası hukuka bakan boyutunu gündemdeki tüm hamasi tartışmalardan uzak bir şekilde ifade etmeye çalıştım. Pek tabii yapıl(ma)ması gerekenleri ifade etmenin bu meseleyi temelli çözmeye yeterli olmadığının farkındayım. Zira meselenin gerek sosyolojik, psikolojik ve kültürel gerekse de politik boyutlarının çözüm sürecine katkısı yadsınamaz. Bununla birlikte, günümüze dek meydana gelen neredeyse tüm sığınmacı/mülteci krizlerinin ortak çıkış noktası giderek büyüyen silahlı çatışmalarken asıl odaklanılması gereken hususun, bu krizleri besleyen ve sürdüren bu tür çatışmaların sonlandırılması olduğunu ifade etmek gerekiyor. Akabinde kalıcı bir çözümden bahsedebilmek için de sığınmacıların / mültecilerin geri dönebilecekleri güvenli ve yaşamaya uygun bir ortamın tesis edilmesi elzem. Kaldı ki Avrupa Birliği’ne üye devletlerin mülteci politikaları, sınırlarında son dönemde sıklıkla uyguladıkları hukuka aykırı geri itme politikalarıyla birçok sığınmacıyı hayati tehlikeyle baş başa bırakmaları, sığınmacı kabul oranlarının giderek düşmesi ve bu devletlerin üçüncü ülkelerle akdettikleri geri gönderme anlaşmaları sığınmacı krizine yönelik çözüm üretmek bir yana devletlerin bu soruna ne denli kayıtsız olduklarını ve yalnızca kendi çıkarlarına hizmet ettiği müddetçe sürecin bir parçası olduklarını gösteriyor. Böyle bir ortamda da sayıları milyonları bulan sığınmacıların içinde bulundukları toplumlara uzun dönemde entegrasyonunu konuşmak oldukça ütopik kalıyor. Bu nedenle çözümün uluslararası toplum tarafından geri dönülebilecek güvenli ve yaşanabilir bir Suriye’nin yeniden inşasından geçtiğini ifade etmek gerekiyor.

Pek tabii Suriye özelinde gerek Türkiye’nin gerekse de uluslararası kamuoyunun bu krizin sonlandırılması adına izlediği politikayı belirli bir bağlama oturtmak zor. Zira meşruiyeti birçok noktada tartışılabilecek bir Suriye hükümeti, yıllardır işlediği birçok savaş suçuyla milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine neden olan görevdeki bir devlet başkanı ve sürece kendi çıkarları doğrultusunda dahil olan birçok devlet söz konusuyken sürecin nereye evrileceğini öngörmek çok da mümkün görünmüyor.

Benim bu yazıyı kaleme almaktaki asıl amacım ise tüm meşruiyet tartışmalarının ve “güçlü olanın hukuku” serzenişlerinin ötesinde uluslararası hukukun ve diplomasinin Suriye meselesi başta olmak üzere bu tür insani krizleri sonlandırma noktasında hala işlevsel olabileceğini aktarabilmek. Elbette bu işlevselliğe işaret ederken uluslararası hukukun kusursuz olduğunu, tüm sorunlarımızı çözmeye muktedir sihirli bir değnek olduğunu iddia etmiyorum. Ancak bu anlamdaki tüm çabayı ve eforu gözden çıkarmak, kat edilen yolu görmezden gelmek de günün sonunda bizlere sadece kaybettiriyor. Bu nedenle 1999’da Kosova’da başlayan silahlı çatışmalar neticesinde meydana gelen ve Avrupa’nın II. Dünya Savaşı sonrasında tanık olduğu en büyük mülteci krizini çözme yolunda atılan adımların bugün de bize bir çıkış noktası sunabileceğine inanıyorum ve yazının geri kalanında da bu adımları aktarmaya çalışacağım.

Takvimler 1999 yılını gösterirken, yüzbinlerce Kosovalı Sırp, Arnavut ve azınlık yaşadığı yeri terk ederek dünyanın çeşitli bölgelerine iltica etmek zorunda kaldı. Güvenlik Konseyi mensubu devletlerin veto yetkileri nedeniyle Birleşmiş Milletler Şartı’nın 7. Bölümü kapsamında bölgeye gerçekleştirilecek askeri bir müdahale kararı alamayan Birleşmiş Milletler, krizin sonlandırılması adına somut adımlar atamadı. Buna karşın NATO’nun oybirliği ile almış olduğu müdahale kararı Güvenlik Konseyi daimî üyelerinden Rusya ve Çin’in tüm itirazlarına rağmen uygulanabildi ve NATO güvenlik güçleri uluslararası hukukta da oldukça tartışmalı olarak kabul edilen “insani müdahale” kapsamında Federal Yugoslavya Cumhuriyeti’ne karşı yaklaşık 80 gün sürecek hava saldırıları gerçekleştirdi. Bu noktada ifade etmek gerekir ki NATO’nun müdahalesinin uluslararası hukuka uygunluğu ve bir uluslararası örgütün Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından yetkilendirilmediği halde kuvvet kullanmaya yetkisi olup olmadığı tartışmalarına, asıl değinmek istediğim noktalar ile doğrudan bağlantısı olmaması nedeniyle yer vermeyeceğim.

Esasında Kosova Krizi kapsamında değinmek istediğim husus, uluslararası hukuk sisteminin, bu tür krizleri önlemede yalnızca başarısızlıklarıyla anılmaması gerektiği. Zira NATO müdahalesine rağmen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 1244 sayılı Karar ile Kosova’daki krizin sonlanması adına bir geçici yönetim kurulmasını (UNMIK) ve iltica eden mülteciler ile yerinden edilen kimselerin Kosova’ya güvenli bir şekilde dönebilmesi için gerekli tüm adımların atılması kararlarını alabildi. Ayrıca ilgili Karar neticesinde NATO öncülüğünde bir barış gücünün (KFOR) kurulmasına da karar verildi. Kosova’daki savaşın sona ermesinin üzerinden geçen yaklaşık 20 yılda on binlerce Sırp ve azınlık ile yüz binlerce Arnavut ülkesine geri dönebildi. Pek tabii bu sürecin kusursuz olduğundan, Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası örgütlerin %100 başarıya ulaştığını söylemek mümkün değil. Ancak tüm bunları bir kenara bıraktığımızda Avrupa’nın merkezi sayılabilecek bir yerde gerçekleşen bir savaş uluslararası sistemin çabalarıyla sonlandırılarak o dönem için oldukça büyük kabul edilen bir mülteci krizine Birleşmiş Milletler çatısı altında müdahale edilebildi. Hatta tüm süreç boyunca NATO müdahalesine karşı olan ve veto yetkisi nedeniyle alınabilecek tüm kararları etkisiz hale getirebilecek olan Rusya, NATO öncülüğünde oluşturulan barış gücü KFOR’a asker temin etti. Savaşın en büyük faili Slobodan Milošević Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde işlediği tüm savaş suçları nedeniyle yargılanabildi. Dolayısıyla tüm bu kazanımların, gerektiği gibi işleyen uluslararası kurum ve sistemlerin mevcudiyetinde adaleti tesis etme çabasının ve insani krizleri sonlandırmanın imkânsız olmayacağını göstermesi açısından oldukça önemli buluyorum. Sonuç olarak, her ne kadar bugün karşı karşıya olduğumuz sığınmacı krizi süreç içerisinde giderek girift bir hâl alsa da çözüm uzaklarda değil, aksine oldukça yakınımızda. Devletlere ve uluslararası örgütlere düşen ise kendi iradeleriyle oluşturdukları ve yükümlülüklerini yerine getirmeyi taahhüt ettikleri uluslararası hukuk sisteminin içerisinde kalmaları ve kendi çıkarları yanında, dünyanın tanık olduğu en büyük insani krizlerden birinin sonucunda tek amacı hayatta kalmak olan milyonlarca sığınmacının güvenli bir şekilde yaşanabilir bir ülkeye dönmeleri için gereken tüm adımları atmalarıdır. Çalışmalarını büyük bir ilgiyle takip ettiğim Betül Karagedik’in de ifade ettiği üzere uluslararası hukuk, her şeye rağmen uluslararası toplumun doğru olma çabasının en güzel kanıtı. Hal böyle iken bize düşen sanıyorum ki bunu her fırsatta dile getirmek.