2014’te Ukrayna’ya bağlı özerk bir cumhuriyet olan Kırım’ın Rusya tarafından ilhakı ile başlayan ve uluslararası hukuk derslerindeki pratik çalışmalara ilham kaynağı olabilecek kadar girift ve bir o kadar gerçeküstü olaylarla devam eden süreç, 2022’nin şubat ayında Rusya’nın bu sefer Ukrayna’nın egemenliği ile toprak bütünlüğünü ve kuvvet kullanma yasağını ihlal eden bir dizi girişimiyle gerilimin giderek yükseldiği bir noktaya evrildi. Son olarak Rusya 30 Eylül’de meşruiyeti oldukça tartışmalı olan birtakım referandumlar neticesinde Donetsk, Lugansk, Kerson ve Zaporojiya bölgelerinin Rusya topraklarına katıldığını açıklayarak meseleyi pek de yabancı olmadığımız başka bir boyuta taşımış oldu. Böylesi bir insani krizin ve silahlı çatışmanın belki de son 10 yıl içerisinde gerçekleşen diğer krizler ve çatışmadan farkı elbette ki gerçekleştiği coğrafyaydı. Zira duymaya alıştı(rıldı)ğımız gibi Ortadoğu’da, Afrika’da, Güney Amerika’da yahut Asya’da değil aksine Avrupa’nın sınırında bir kriz belki de Kosova Krizi’nden beri ilk defa gündeme geliyordu. Elbette bu krize ve çatışmaya tepkiler de buna paralel olarak daha yüksek perdeden oldu.
Rusya 2022 yılının şubat ayı itibariyle Ukrayna sınırları içerisinde bulunan Donetsk ve Lugansk
Halk Cumhuriyetleri’ni birtakım uluslararası hukuk kurallarına da atıfta bulunarak resmen tanımış oldu. Bu iki ayrılıkçı bölge, 2014’te bağımsızlıklarını ilan ederek Ukrayna’dan ayrılmışlardı. Öncelikle uluslararası hukukta bu tür tek taraflı ayrılma beyanlarının çoğunlukla kabul görmediğini hatırlatmak isterim. Genel olarak bir devletin varlığından söz edebilmek için 3 temel kriterin mevcut olması gerekiyor: belirli bir toprak parçası, bu toprak parçası üzerinde yaşayan bir halk ve teşkilatlanmış bir devlet. Devletin diğer devletlerce tanınmasının ise yalnızca açıklayıcı bir tarafı olduğu ve devlet vasfını haiz olma durumunu doğrudan etkilemediği sıklıkla kabul gören görüş. Dolayısıyla bir devleti tanıyarak yahut tanımayarak o devletin devlet olma vasfına doğrudan etki etmenin söz konusu olmayacağı çıkarımında bulunmak mümkün. Fakat bu durum, o devletin aynı zamanda birtakım yerleşik uluslararası hukuk kuralına aykırı olarak bağımsızlığını elde etmiş olması gerçeğini de pek tabii etkilemeyecektir. Şimdiye kadar bu iki ayrılıkçı bölgeyi tanıdığını açıklayan devletlerin sayısı ve kim oldukları ise oldukça manidar : Rusya, Kuzey Kore, Suriye ve yine devlet vasfı tartışmalı bir diğer ayrılıkçı bölge olan Abhazya.
Rusya’nın bu iki bölge için -devlet kavramını kullanmaktan bilinçli olarak imtina ettiğimi ifade etmek isterim- öne sürdüğü iddialar da bir hayli ilginç zira Rusya, mevcut durumda uygulanabilirliğine bakmaksızın uluslararası hukuk kurallarına atıfta bulunmak noktasında oldukça cömert. Ukrayna’nın bu bölgelerdeki Ruslara karşı soykırım gerçekleştirdiğini ve burada yaşayan halkın self-determinasyon hakkına sahip olduğunu iddia eden Rusya gerçekleştirdiği silahlı saldırıları da bu şekilde temellendiriyor. Kısaca izah etmek gerekirse self-determinasyon halkların kendi kaderlerini tayin edebilmeleri -ki buna bağımsızlıklarını açıklayarak yahut bir başka devlete katılarak gerçekleştirebilmeleri mümkün- adına tanınmış bir hak olup bu hakkın kullanımı birçok uluslararası temel metin ile de güvence altına alınmıştır. Elbette bu noktada ivedi olarak ifade etmek gerekir ki böyle bir hakka, diğer devletlerin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü korunacak şekilde başvurmak elzemdir. Ayrıca hakkın ortaya çıkışının özellikle sömürge altında bulunun halkların bağımsızlıklarını kazanabilmelerini sağlamak olduğunu ve bu tür tek tarafları ayrılma taleplerinin meşruluğunun günümüzde oldukça tartışmalı olduğunu da unutmamak gerekiyor. Sömürge altında olmadığı halde bir topluluğun bu hakkın kullanımına başvurması ve bu amaçla referandumlar gerçekleştirmesi de o olayın şartları özelinde ayrıca değerlendirilebilecekse de Rusya’nın inkâr ettiğinin aksine gerek bölgedeki dolaylı hatta yer yer doğrudan askeri varlığı ile desteği gerekse bu referandumların gerçekleştiriliş usulü meşru bir tercih sürecinin söz konusu olmadığını kanıtlar nitelikte. Bir diğer husus ise bağımsızlığa giden yolun, her ne kadar aksini iddia etse de Rusya’nın sağlamış olduğu askeri destek ile döşenmiş olduğu. Şubat 2022’ye kadar bölgede kendi askeri birlikleriyle varlık göstermemiş de olsa yaptığı silah yardımları, siber saldırılar ve paralı asker destekleriyle sürecin başat aktörlerinden birisi olmaya devam etmekte. Bu nedenle Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü ihlal eden ve bu hakka başvurmaları için haklı bir nedenleri olmayan bu bölgelerin, Rusya’nın illegal kuvvet kullanımına başvurması ile desteklenmiş bağımsızlık ilanlarını kabul etmek mümkün olmayacaktır. Zaporojiya ve Kerson bölgeleri ise fiili olarak çatışmalar devam etse de herhangi bir bağımsızlık ilanında bulunmamış olmalarından ötürü tartışmasız olarak Ukrayna topraklarının bir parçası olarak kabul edilmeye devam etmektedir.
Hal böyle iken, Rusya’nın gerçekleşen referandumlar neticesinde bu bölgelerin kendi topraklarına katılacağını açıklaması ve referandumların meşru olduğuna ilişkin iddialarını da geçerli kabul etmek mümkün görünmemekte. Bu nedenle tartışılması gereken diğer kavramlar gün yüzüne çıkıyor: işgal ve ilhak. İşgali kısaca bir devletin askeri güç kullanarak başka bir devletin toprakları üzerinde etkin kontrol sağlaması olarak tanımlamak mümkün. İlhak ise bir devletin başka bir devlete ait topraklar üzerinde hak iddia ederek illegal yollarla bu toprakların kazanımını ifade etmekte.
Rusya’nın Ukrayna toprakları üzerinde işgalci devlet sıfatıyla bulunup bulunmadığı noktasında dikkate alınması gereken hususlardan ilki etkin bir varlığının bu bölgelerde söz konusu olup olmaması. Her ne kadar mevcut silahlı çatışmanın seyri bu sorunun cevabını zaman zaman değiştirebilecek bazı gelişmelere gebe olsa da bir referandum girişiminde bulunuyor olması bizi bu etkin kontrolün varlığı için ikna ediyor. Rusya her ne kadar işgalci devlet olduğu kabulüne itiraz ederek Donetsk ve Lugansk’ın bağımsız devletler olduklarını ve davet üzerine bölgede bulunduğunu iddia etse de yukarıda da değindiğimiz hususlar kapsamında bu devletlerin uluslararası hukuka aykırı bir şekilde gerçekleştirdikleri bağımsızlık ilanları, hukuken mümkün olabilen “davet üzerine müdahale” kurumunun gündeme gelmesine de engel teşkil ediyor.
Pek tabii işgalci bir devlet olarak özellikle insan hakları hukuku ve insancıl hukuk bağlamında birtakım yükümlülükler altında olan Rusya, aynı zamanda Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına aykırı eylemlerde bulunmamakla mükellef. İşgalci devletlerin bölgedeki egemenliği ele geçirmediği yalnızca geçici olarak yönetime ilişkin birtakım yetkileri haiz olduklarını da belirtmek gerek. Bu yükümlülükler de Rusya’nın, bu bölgede yaşayan halkın Rusya Federasyonu’na katılması noktasındaki fikrini silahlı bir çatışmanın ortasında beyan etmek zorunda bırakıldığı ve aynı zamanda çıkacak olumlu sonucun(!) direkt olarak ilhak anlamına geleceği bir referandum yapmaktan alıkoymaya sanıyorum ki yetmeli. Bu nedenle Rusya’nın bu eyleminin ilhak olarak değerlendirilmesi ve uluslararası hukuka aykırı olarak kabul edilmesi oldukça makul görünüyor. Kaldı ki aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok devlet de olayların üzerinden kısa bir zaman geçmesiyle birlikte bu ilhakın taraflarınca tanınmayacağı ve yerleşmiş uluslararası hukuk kurallarına aykırılığı noktasında görüşlerini bildirdiler.
Elbette İkinci Dünya Savaşı’ndan beri tanık olunan en büyük kara savaşı olarak nitelendirilen Ukrayna -Rusya Savaşı karşısında, uluslararası toplum ile kuruluşların takdire şayan çabaları ve girişimleri devletlerin bu referandum sonucunu kınamasıyla sınırlı kalmadı. Rusya ile kurulan ticari andlaşma ve iş birliklerini hedef alan oldukça sert yaptırımlar, sürecin en başından itibaren gündemden neredeyse hiç düşmedi. (Yaptırımlara ilişkin değerlendirme için bkz.) Ayrıca Ukrayna’nın, Rusya’nın Uluslararası Adalet Divanı’na Rusya’yı Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ni ihlal ettiği gerekçesiyle yapmış olduğu başvuru kapsamında daha önce örneğine oldukça nadir rastladığımız ve üçüncü devletlerin Divan önündeki davalara müdahil olmalarına imkân tanıyan prosedür şu an aralarında ABD, Fransa, Birleşik Krallık, Avustralya ve Almanya’nın da bulunduğu 18 devlet tarafından işletilmiş durumda. Devletlerin ilgili davaya müdahil olma talepleri incelendiğinde oldukça başarılı bir argümantasyon stratejisi izlediklerini söylemek mümkün ve süreç uluslararası hukukçuların da ilgisine bir hayli mazhar olmuş durumda.
Savaşın ve beraberinde getirdiklerinin akademik çevrelerde ele alınış hızı ve yayınların çeşitliliği de dikkat çeken bir başka husus. Gerek sosyal mecralarda gerekse en prestijli kuruluşlar nezdinde gerçekleştirilen programlarda, yazılan tüm makalelerde ve hatta kitaplarda meseleler oldukça detaylı ele alınıyor, Rusya’nın haksızlığı her fırsatta dile getirilirken Ukrayna’nın eylemlerinin meşruluğu en net ifadelerle destekleniyor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi de referandumlara ilişkin Rusya’nın açıklamaları akabinde vakit kaybetmeksizin acil gündemle toplandı ancak bu referandumların sonucunu kabul etmediklerine ilişkin kararı Rusya’nın veto yetkisini kullanması nedeniyle ne yazık ki alamadı. Hatta bunun üzerine Rusya’nın Güvenlik Konseyi’ndeki daimî üyeliğinin sonlandırılabileceği ve Ukrayna’nın yerine daimî üye olarak kabul edilebileceğine ilişkin görüşler de gündeme geldi ve oldukça dikkat çekti. (Böylesi bir senaryonun neden mümkün olamayacağına ilişkin oldukça yerinde bir değerlendirme için bkz.)
Tüm bu gelişmelerin bana çağrıştırdığı düşüncelerin bir hayli karmaşık olduğunu ifade etmem gerekiyor. Zira başka coğrafyalarda gerçekleşen ve en az bu savaş kadar yıkıcı etkileri olan illegal ilhak ve işgal girişimlerinin bu olağanüstü çabalardan nasibini alamıyor oluşu ve belki giderek unutuluyor oluşu karşısında bu hipokratik duruşun yok olmasını temenni etmek ve bunu dile getirmek dışında yapabileceklerimiz sanıyorum ki bir hayli kısıtlı. Buradan Ukrayna meselesi ve diğer benzer örnekleri kıyaslayarak ajitasyon senaryosu kurgulamadığımı ifade etmek isterim. Zira Rusya’nın ilhak ettiği bölgeler ifadesini kullanırken “illegal” nitelendirmesinin yapılmaması karşısındaki serzenişleri işgal edilmiş Filistin toprakları ifadesinin daha az hak ettiğini yahut hiç hak etmediğini sanıyorum ki kimse iddia etmeyecektir. Yahut Rusya gibi bir diğer işgalci devlet İsrail’e de sürekli atıfta bulunulan uluslararası hukuk kuralları ile bağlı olduğunun hatırlatılması gerekiyor. Yine askeri/sivil hedef değerlendirmesi yapılırken, Kırım Köprüsü’nün askeri hedef olduğu kadar sivil halkın yaşadığı bölgelerin askeri hedef olamayacağının hiçbir silahlı çatışma esnasında unutulmaması gerektiği gibi. Nasıl ki Rusya’nın yıllardır işlemeye devam ettiği savaş suçları için gerek Uluslararası Ceza Mahkemesi yahut özel olarak kurulacak başka yargısal mekanizmaların gerekliliğine sık sık dikkat çekiliyorsa aynı hassasiyeti dünya üzerindeki diğer birçok çatışma bölgelerinde meydana gelen suçlar için de göstermemiz ve gerekli eforu sarfetmemiz bizlerin vazifesi. Sanıyorum ki uluslararası toplum bu konuda da aksini düşünüyor olacak ki Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’nde Sincan Uygurları’nın karşı karşıya olduğu insan hakları ihlallerinin gündeme alınması ve araştırılması teklifi 19 devletin karşı oyuyla oldukça yakın bir tarihte reddedilebildi. Örnekleri bu şekilde çoğaltmak ziyadesiyle mümkün ancak sözü, bize aylardır istenildiğinde uluslararası hukuk sisteminin harikalar yaratabileceğini gösteren aktörlerin aynı iştiyakı diğer işgal altındaki ve ilhak edilmiş topraklara da göstermeleri ve meydana gelen ihlallerin mağdurlarının kim olduklarından ve nerede yaşadıklarından bağımsız olarak aynı hassasiyetle korunabildiği ve savunabildiği günlere ulaşabilme temennisiyle bitirmek istiyorum.