Şimdiye kadar gerçekleşmiş en büyük göç hareketliliklerinden birine ev sahipliği yapan Türkiye, coğrafi konumu nedeniyle zorunlu göçlerin yanında zaman zaman kitlesel akınların ve yasadışı göçlerin de uğrak duraklarından birisi olmuştur. Özellikle 1979 İran Devrimi sonrasında Batı’ya gitmek için kitlesel olarak Türkiye’ye gelen İranlılar, 1989 sonrası Bulgaristan’dan sayıları yüz binleri bulacak şekilde gelen Türk soylu göçmenler, yine IKBY’den Türkiye’ye gelen yaklaşık 500.000 Iraklı da Türkiye’ye gerçekleştirilen kitlesel akınlara örnek olarak verilebilir.
Türkiye; son olarak belki de tarihin en büyük kitlesel akınlarından biri olarak kabul edilebilecek büyüklükte bir kitlesel akına 2011’den beri ev sahipliği yapmaktadır. Suriye iç savaşının neden olduğu ve sayısı milyonlarla ifade edilebilecek büyüklükte bir kitlesel akın Türkiye sınırlarından geçmiştir. Son dönemlerde gündemi oldukça meşgul eden sığınmacı karşıtı söylemler, Suriyelilerin uluslararası mülteci hukuku bağlamında mevcut statülerini ve geri gönderilip gönderilemeyeceği hususlarını ciddi anlamda tartışmaya açmakta ve hukuki çerçeveden uzak, halkı provoke etmeye yönelik açıklama ve söylemler gerek Türk vatandaşları gerekse sığınmacılar açısından ciddi güvenlik tehditlerine yol açmaktadır.
Uluslararası Hukukta İltica
İltica hakkı, 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile (Madde 14) ilk defa bir uluslararası belgede pozitif bir hak olarak yerini almıştır. Uluslararası toplumun bu kapsamdaki çalışmaları bununla sınırlı kalmamış ve süreç içerisinde birçok uluslararası organizasyon kurulmuştur. Bunlardan en sonuncusu 1950 tarihinde Birleşmiş Milletler nezdinde kurulan Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’dir.
Bilindiği üzere, mülteci hukukuna ilişkin en kapsamlı uluslararası belge 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi’dir (Sözleşme) ve özellikle II. Dünya Savaşı neticesinde Avrupa’da meydana gelen iltica hareketlerinden kısa bir süre sonra 26 devlet tarafından imzalanarak yürürlüğe girmesi, bu alanda mevcut uluslararası hukuk kurallarının nasıl büyük bir ihtiyaca binaen ortaya çıktığını açıkça göstermektedir. Bu Sözleşme ile birlikte; ilk defa bir uluslararası belgede mülteci ve iltica kavramları tanımlanmış, devletlerin bu alandaki hak ve yükümlülükleri ile mültecilere tanınan haklar ile uygulanacak prosedürler açıkça düzenlenmiştir. Bu Sözleşmenin giderek ihtiyaçlara cevap vermemesi nedeniyle 1967 yılında bir ek protokol ile (1951 Sözleşmesi’ne Ek Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Ek Protokol) (Ek Protokol) zamansal sınırlama (Sözleşme yalnızca 1 Ocak 1951’den önce Avrupa’da meydana gelen olaylar neticesinde mülteci statüsünün tanınmasını kabul etmiştir) ortadan kaldırılmıştır. Ancak Sözleşme’de yer alan coğrafi -Avrupa’da meydana gelen olaylar neticesinde bu statünün tanınacağına ilişkin- sınırlama aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birtakım ülkeler bakımından hala geçerlidir.
Sözleşme’nin 1. maddesi uyarınca mülteci: “Irkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, yada söz konusu korku nedeniyle, yararlanmak istemeyen; yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen herkes” olarak tanımlanmıştır. Sözleşme’nin aynı maddesinde gerekli şartları taşıdığı halde bu statünün tanınamayacağı kişiler de ayrıntılı olarak düzenlenmiştir.
Bununla birlikte Sözleşme’de, Suriyeliler’in gönderilmesi meselesi açısından oldukça önem taşıyan geri gönderme yasağına ilişkin bir hüküm de yer almaktadır. Sözleşme’nin 33. maddesi uyarınca hiçbir Taraf Devlet, mülteciyi ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi fikirleri dolayısıyla hayatı ya da özgürlüğü tehlike altında olacak ülkelere her ne şekilde olursa olsun iade etmeyecek/göndermeyecektir. Geri gönderme yasağı, aynı zamanda uluslararası hukukun emredici kuralları olarak kabul edilen ve uluslararası hukuk kişilerinin uymakla yükümlü olduğu kurallardan da birisidir.
Bu kapsamda ifade etmek gerekir ki Türkiye, Sözleşme kapsamında kabul ettiği coğrafi sınırlama nedeniyle yalnızca Avrupa’dan gelen sığınmacıları mülteci olarak kabul etmekte ve Avrupa dışından gelen yabancıların sığınma başvurularını şartlı mülteci statüsü altında değerlendirmektedir. Pratikte bu iki statü arasında ciddi bir fark olmadığını, şartlı mültecilerin de birçok haktan yararlanabildiğini, özellikle geri gönderme yasağı kapsamında hayati tehlike altında oldukları bir başka ülkeye gönderilemeyeceklerini ifade etmek gerekmektedir. Bu iki uluslararası koruma statüsü dışında ikincil koruma adında üçüncü bir kategori daha Türk hukukunda yer almaktadır.
Türk Hukukunda İltica ve Uluslararası Koruma
Türkiye, tarafı olduğu uluslararası andlaşmaların yanı sıra 2014 yılında ilk defa iltica hukukuna ilişkin bir yasal düzenleme getirmiş ve 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu (YUKK ) adlı bu kanun ile üç farklı sığınmacı statüsü kabul edilmiştir. Fakat Suriye’den kitlesel akınlar halinde gelen sığınmacılar karşısında, şu an ülkemizde bulunan ve Türk vatandaşlığı kazanmamış Suriyeliler’ in de statüsü olan geçici koruma, bu kanun kapsamında dördüncü bir kategori olarak kabul edilmiştir. Bu noktada geçici koruma statüsünün ve diğer sığınmacı statülerinin ayrımının sağlıklı bir şekilde yapılması, ülkenin sığınmacı ve göç politikasının bu doğrultuda belirlenmesi gerektiği kanaatindeyim. Zira son dönemlerde gündeme sıklıkla gelen ve sınırı yasadışı bir şekilde aşan Afganistan, Pakistan vs. uyruklu yabancılar hakkında, Suriyelilerden farklı olarak geçici korumaya ilişkin mevzuat değil, YUKK’de yer alan ilgili uluslararası koruma hükümleri uyarınca işlemler gerçekleştirilecektir.
Bu noktada ifade etmek gerekir ki devletlerin tarafı olduğu uluslararası andlaşmalar ve uluslararası hukuktan doğan yükümlülükleri kapsamında; yasal yahut yasadışı yollarla ülke sınırlarından giren her yabancıyı tespit etmekle birlikte, bu yabancılaın, uluslararası koruma başvurusunda bulunmaları durumunda kendilerine tanınacak uluslararası koruma statüsünü tespit etmesi ve yasal şartları haiz olmayan kimseleri geri gönderme yasağına aykırı olmayacak şekilde güvenli üçüncü ülkelere yahut menşe ülkelerine göndermesi gerekmektedir.
Bu bölümün sonunda hususen tekrar belirtmem gereken nokta, Afganistan, Pakistan vs. uyruklu yabancıların Suriyelilerden farklı bir hukuki statüde yer alıyor olmalarıdır. Sorunlar ve çözüm önerileri tartışılırken bu noktanın göz ardı edilmemesi gerektiği kanaatindeyim. Bu nedenle yazı dizimin ikinci yazısında Suriyelilerin ve diğer sığınmacıların geri gönderilmesi tartışmasını, sahip oldukları statü açısından değerlendirmeye çalışacağım.