Türkiye bir kez daha “çok kritik” bir seçimin eşiğinde. Siyasi partilerin her seçim dönemi öne sürdüğü üzere bu seçim için de ülkenin kaderinde belirleyici bir seçim diyoruz. Gerçekten öyle. Seçimlerin gerçekten ülkenin kaderinde kayda değer bir tesiri olduğu tartışma konusu olsa da bu seçim büyük değişimler vaad eden ve çok büyük dertlerin başımızda olduğu bir dönemde yapılan bir seçim. O nedenle 14 Mayıs’a giden yolda tüm tarafların tutumu “Ya İktidar Ya Ölüm” şeklinde. Çünkü her bir adayın ülkenin içinde bulunduğu ahval nedeniyle sunduğu gerekçe iktidar olmasının bir istiklal meselesi olduğu yönünde. Peki hakikaten tüm halk için bu seçim bir “Ya İstiklal Ya Ölüm” mücadelesi mi?
Ancak deprem felaketinin yaralarını sarmakla meşgul olduğumuz, savaşların ortasında hassas diplomatik denklemlerle muhatap olduğumuz, en önemlisi de bütün bir halk olarak barınma ve yeme kadar temel ihtiyaçları karşılamaktan mahrum kaldığımız bir dönemde ölümü gösterip sıtmaya razı olmaya mecbur bırakan politikalara artık dur demenin vakti!
Ülkenin içinde bulunduğu şartlar herkesçe malum. Orta sınıfın tamamen eridiği, işçi sınıfının ve düşük gelirli insanların (artık beyaz yaka çalışanlarda bu grupta hemen hemen) sağlıklı bir yaşam sürmek için asgari şartlara dahi sahip olamadığı bir hayat sürüyoruz. Toplumun her kesiminin hayat pahalılığını hissetiği bir dönem geçiriyoruz. Büyük sermaye sahipleri servetine servet katarken; memur, işçi; öğrenci, beyaz yakalı ve prekarya olan insanların tek mücadelesi aç kalmamak. Hal böyle iken bazı bürokratların açlıktan dert yanan, altından hızlı yükselen soğan fiyatlarına isyan eden vatandaşa tepkisi “biz uzaya çıkmaktan bahsediyoruz siz hala soğan derdindesiniz” oluyor. Marie Antoinette üzerinden anlatılan ekmek yoksa pasta yesinler derecesinde bir gaflet içerisinde değilseniz bu ifade halkla dalga geçmektir. Hatta aslında toplum düşmanlığı sayılabilecek kadar umursamaz bir kibirliliktir.

Şimdi seçim arefesinde yine ülkenin yükselen bir güç oluşu, tüm dünya mazlumlarının umudu, islam ümmetinin abisi olarak muhteşem uçaklar, gemiler, fırlatılan uydular ve TOGG ile Erdoğan’ın manipülasyon taktikleri işleme konmuş durumda. Elbette ülkemizin sahip olduğu askeri envanterin daha gelişmiş olmasına veya teknolojik anlamda güzel gelişmeler kaydedilmesine karşı değilim. Hangi hükümetin icraatı olursa olsun başarılı ve faydalı hizmetlere destek verebilirim. Ancak deprem felaketinin yaralarını sarmakla meşgul olduğumuz, savaşların ortasında hassas diplomatik denklemlerle muhatap olduğumuz, en önemlisi de bütün bir halk olarak barınma ve yeme kadar temel ihtiyaçları karşılamaktan mahrum kaldığımız bir dönemde ölümü gösterip sıtmaya razı olmaya mecbur bırakan politikalara artık dur demenin vakti! Kimse sizin uzaya uydu fırlatmanız ile dert sahibi değil (bazen olmak gerekir) herkes hayatta kalmanın zorluğuyla mücadele ediyor!

Toplumun dini, siyasi, iktisadi anlamda tüm anlam dünyası mevcut iktidarın mecbur bıraktığı iklim nedeniyle tamamen kutuplaşma üzerine kurulu. Seçime günler kala, bayram arefesi ile seçim arefesini bir arada yaşadığımız bu vakitlerde yine iktidar medyasının gariban halkın patates ve soğan ihtiyacı ile bir meselesi var. Partinin öne çıkan siyasetçilerinin, bazen bakanların, bazen yandaş medyatik isimlerin ve bazen de cumhurbaşkanına sadık(!) bürokratların “memleketi uzaya taşıyan icraatler ile meşgulken nasıl olur da soğan peşine düşersiniz” söylemine ironik bir şekilde muhatap oluyoruz. Bir de bunun bir provokasyon oluşu sosu eklenince yemek kıvamında pişmiş oluyor, yerseniz eğer. Artık halkın her kesiminin bu temcit pilavı gibi ısıtılmış zehirli yemeğe tok olduğunu, bir panzehir arayışının var olduğunu herkesin idrak etmesi gerek. Evet kutuplaşmaya karşı mücadele edeceğiz ancak şunu unutmayalım, aklımızla dalga geçilmesine karşı hep birlikte bir kutup olacağız!
Siyasetin görevlerinden biri, toplumun meselelerini devletin araçları ile çözmeye aracı olmaktır. Ülkenin gündeminde başta deprem felaketi olmak üzere yer alan tüm konuların çözümüne dair sunulan ve yapılan çözüm önerileri gösteriyor ki maalesef hala vitrinden ötesini umursamayan bir siyaset ile karşı karşıyayız. İktidar çevresinin gözleri yaşanan yoksulluğa kör, depremzedelerin yitip giden hayatlarına kör; kulakları, çocuğunun canının çektiği bir tatlıyı alamayan anne-babaların sesine sağır, hayalleri ve umudu kalmamış, amacını yitirmiş gençliğin feryadını duymuyor. Samimiyetle dinleyebileceğini düşündüğünüz bir kişiye oturup enine boyuna halkın hal-i pür melalini anlatsanız, mutlaka “öyle değildir o” demek için bir çıkar yol arayacak. Neden insanları önce yoksullaştırıp bir kuru ekmeğe muhtaç ettikten sonra bir kilo soğan verip “bak artık ekmeğine bir katık var” diyerek ihsan etmiş gibi davrananlara “artık yeter! Kral çıplak” diyemedik hala? Artık kesinlikle anlaşılmalı ki onların bunu idrak edeceği yok ve değişim olmadan yeni bir idrakin de imkanı yok.

Türkiye’de ilk 500’de yer alan şirketlerin korkunç derecede büyüme ve kar elde ettiği ekonomik düzlemde tam olarak gerçeği yansıtmadığı bilinen TÜİK verilerine göre bile bu yıl Mart ayında gıda harcamalarında fiyat artış oranı %67,89, lokanta harcamalarında %70, sağlık harcamalarında %64,68. Yani sabit gelirli vatandaşın geçtiğimiz yıldan bu yıla kadar yaklaşık %80 zam almadıysa yiyebileceği, hastalandığında şifa bulacağı kalemlere ulaşabilme oranı neredeyse 3/2 azalmış durumda. Üstelik buna paketli gıdalarda, süt ve süt ürünlerinde uygulanan katkı maddesi değişikliklerini de ekleyince aslında sadece hayatta kalmamıza yetecek kadar kimyasal ile besleniyoruz. Dana etinin bu yılın mart ayında fiyat artış oranı %19,9, şarküteride %15,16 ve yumurtada %11. Bu oranlar hanelerde yaşanan zorlukların, açlığın trajedisinin fragmanı bile sayılmaz.
Bu gaddar yoksulluğun müsebbibi olanlar ise yer sofralarında verdikleri pozlar ile halkın yanında halktan biri mesajıyla sözde vatandaşın halinden anlayacaklarını göstermeye çalışıyor. Halbuki yaşanan tüm sorunların neden kaynaklandığı açıkça ortada. Çözüm üretebilecek olanlar çoktan üretir, daha ziyade sorunu doğurmazdı.

Vatandaşın, yurtdışı pazarına yönelik nasıl bir stratejisi olduğu belli olmayan ve iç pazarda ise milyonlarca kişinin satın almayı hayal edemeyeceği TOGG için ülkesi adına sevinmesi beklenebilir ama TOGG nedeniyle oy vermesi beklenemez. Sağlıklı bir beslenmeden mahrum bünyelerin uzaya fırlatılan uyduya ülkesi adına sevinmesi beklenebilir ama bunun için daha fazla katkı sağlaması beklenemez. Bugün ölümüne yatırımlar yapıp, hesapsız harcamalarla borç batağına saplandıktan sonra yarın bu yatırımları devam ettirecek nesiller yetiştiremedikten sonra ulaşılabilecek bir kızıl elmadan söz edilemez.

İnsanın bir “biz” olmasının yanında o “biz”den olmayan birine nasıl teveccüh gösterebileceğine anlam veremiyorsunuz. Mahallecilik temelinde bir “biz” tasavvuru aslında iptidai bir kabilecilikten öte değildir. Özellikle bir Müslümanın bırakın böyle bir asabiyye sahibi olmasını, bununla canla başla mücadele etmediği tek bir anı olamaz. Eski defterlerin hesabı kapanmamış sayfalarının üstünü çizmek yerine altını çizmeyi seçenek olarak görmek, hesabın ne olduğunu layıkıyla idrak edememektir.
Şimdi bu nokta farklı olanın ne olduğunu anlamaktan aciz bir zihniyetin, anlamadığı herkesi hain ilan etmesine ne diyebiliriz? Açız diyenin, aç olan kişi olmaktan öte, adı bile bilinmeyen yoksul bir mahallenin değil de “bizim mahallenin” mensubu olması mı onu hain yapacak? Benzer saiklerle öteki olan, öteki olduğu için hain(!) olanlara doğrusu olduğu için destek olmak vebal yüklenmek ise, göre göre yanlışı yapmak, kötülükten men edip iyiliği emretmemek, haksızlığa karşı haykırmamak, düşküne el uzatmamak, iftiraya, kifayetsizliğe mahal vermek vebal değil midir?
Hayır, bir vatandaşın seçmen olarak sergilediği davranış zahiren görünenlere dayalıdır, niyetine göre değerlendirilmelidir ve ortada bir vebal var ise bu ancak oy isteyenlerindir. Bireyin vatandaş olarak, bir başkası ile etkileşiminde taşıdığı kimlik her ne ise o kimliğin sahibi olarak ancak sorumlulukları vardır ve bu çerçevede bir konuda vebaline dair tartışma söz konusu olabilir. Bu hal, başımızı sokacak bir çatı bulamadığımız, bulduğumuz çatının başımıza yıkıldığı ve aç kaldığımız halin yanında bir de kültürel, sosyal, siyasi, ideolojik, entelektüel dertlerimizin kronikleşmesinin sebebi olan haldir.
Şimdi açacak çiçeklerin, ekilecek yeni tohumların vakti. Şimdi önümüzde 14 Mayıs var, karşımızda ise “Ya İktidar Ya Ölüm” diyenler. Biz istikbalde iktidar olanın hakkaniyet ve feraset olması için sandığa gideceğiz. Ölümü gördük, sıtmaya razı olmayacağız!
Toplumun kadim problemlerinin tamiri için atılmaya çalışılan adımların her birinin kıymeti mahfuz olsa da bugüne kadar henüz mezhepler, Kürt sorunu, 28 Şubat ve kadın cinayetleri gibi kanayan yaralar kabuk bağlamadı. Bu yaraların kanamasına müsaade etmemek için bir müddet o yarayı kaşımamak ve kaşınmasına müsaade etmemek gerek. O nedenle kimler bu yaraları kapatıp kanatmamaya çalışıyor kimler ise özellikle o yaraya parmak basıp, kanatmaya çalışıyor iyi bakmak gerek. Öyle ya da böyle helalleşen birileri yaranın kabuk bağlamasına imkan verir, hesaplaşanlar ise hakkı ve adaleti teslim etmek dışında bir hesap arayışına girişmiş ise sadece yarayı derinleştirir. İhtiyacımız olan yaranın tedavisini tehir etmek, ancak yaranın kabuk bağlamasına da müsaade etmek.

Gelinen noktada siyasette değişimin kaçınılmaz ihtiyaç olduğu aşikar. Elbette gelen gideni aratır mı kaygısı insanımızın zihnini kurcalayabilir. Ancak mevcudun devamında bizi bekleyen son aşikar ve umudumuz bu gidişatın tersi yönde olması. Çünkü artık mızrak çuvala sığmıyor. O halde bırakalım değişim için yollar açılsın. Bırakalım yeni neslin siyasete katılımı için bir fırsat doğsun. Bırakalım siyasetin kültürel kodlarını yeniden yazmanın imkanı bizim ellerimizde olsun. Kimse gül bahçesinde sorunsuz bir baharı vaad edemez. Bahar gelecek, belki biraz rüzgarlı belki biraz yağmurlu ama gelecek. Her halükarda baharın gelişini tam anlamıyla yaşamak kıştan çıkmayı gerektirir. Kış yaşanacaktı ve yaşandı. Artık bahar aylarının hazırlığını yapmanın vakti. Kışlıklar naftalinlenecek ve kaldırılacak. Şimdi açacak çiçeklerin, ekilecek yeni tohumların vakti. Şimdi önümüzde 14 Mayıs var, karşımızda ise “Ya İktidar Ya Ölüm” diyenler. Biz istikbalde iktidar olanın hakkaniyet ve feraset olması için sandığa gideceğiz. Ölümü gördük, sıtmaya razı olmayacağız!