Tavır ekibi, konuşmacı olarak sahneye çıktığı ilk programını 13. Uluslararası Dergi Fuarı'nda yaptı. Ekibimizden Abdussamed Çağlıyan ve Enes Batman'ın yaptığı konuşmanın yazılı halini, programa katılamayan okurlarımıza da ulaşabilmesi için sitemizde paylaşıyoruz.
Abdussamed Çağlıyan:
“Ya Sivil Ya Polis” başlıklı etkinliğimiz, Tavır ekibi adına konuşmacı katıldığımız ilk program. Bundan dolayı ayrıca heyecanlıyız. Öncelikle ayağınıza sağlık, programa katılan herkese çok teşekkür ederiz.
Ya sivil ya polis! Kışkırtıcı bir başlık attığımızın farkındayız. Aslında doğrudan bu iki kelimenin ihtiva ettiği anlamı, yani onların kavramsal olarak karşılığını pratikle ilişkilendirerek tartışmaya başlamak istiyorum. Sivil kelimesi hemen şunları çağrıştırıyor: sivil toplum, sivil alan, sivil düşünce, sivil irade. Son zamanlarda sıkça dile getirilen, yirmi birinci yüzyılda da çokça konuşulan, özellikle de sosyal medyaya dair mecraların gelişmesiyle herkesin katılımına açık bir alan. Sivil kelimesi köken itibariyle bizim başlığımızın yanında yer alan polis kelimesinin Antik Yunan'da karşılığıyla da bir ilişkiye içerisinde. Sivil kelimesinin "Polis" in dışında bir yeri işaret eden anlamı var. İngilizcedeki kullanımıyla civil, civilization; yani medeniyet anlamına sahip. Antik Yunan'da oeikos (eko) isimli bir kavram var. Oeikos ve polis aslında bugünkü anlamıyla bir nevi sivil alan ve resmi alan gibi. Oeikos(eko) normalde haneyi belirtir. Oeikosların (ekoların) oluşturduğu bütün yani vatandaş sayılanların bütünü ise Polisi; yani şehri oluşturur. Özgür vatandaşlık hakkına sahip, agoradaki tartışmalara katılan insanları da kapsayan bir kelime oeikos. Oeikos ve Polis arasında yani hane ile yönetimin arasındaki ilişkiyi incelerken "civil" kavramı ile karşılaşıyoruz. Sivil kavramı bugün, o tarihlerde ifade ettiği mananın çok ötesinde bir muhteviyata sahip. Bugünkü anlamını ise 18. yüzyılda modernleşme süreçlerinin gerçekleşmesi neticesinde bulmuş. Polis ve sivil kelimeleri farklı anlamlarda geçmişte de bir ilişki içinde aslında.
Sivil kavramının, daha doğrusu sivil toplum kavramının tarihsel gelişiminde şunu görüyoruz, kapitalist bir düzene geçiş ya da kapitalist araçların doğması aslında sivil toplum gibi bir şeyin varlığını da mecburi kılıyor. Nasıl yapıyor bunu? Kapitalizm deyince aklımıza ilk gelen klasik liberal çağdaki serbest piyasada paranın özgürce işleyişi, burjuvanın özgürce işleyişi, devletin vesair herhangi bir etkinin altında kalmadan bir hareket alanı kazanması hikayesi aklımızda canlanıyor. Bunun doğal olarak kendisini sosyal alanda devletin tesirinden uzak bir şekilde tüm insanlarla muhatap olacağı bir zemine ihtiyacı var. Ve bu konu, o özgürlük arayışını, bugün sivil toplum kuruluşlarının da kökenini oluşturan alanda bulmuş.
Şimdi sivil toplumla ilgili kısmında bu çok teorik tartışmaya girmeyeceğim. Günümüzde artık polisi, şehir devletleri gibi bir manada kullanmıyoruz. Artık polisi siyaseti yöneten, siyasal alanı oluşturan bugünkü anlamıyla meclis, hükümet ve bunlara dair kurumlar üzerinde de kullanmıyoruz. Polis artık buradaki o kurumun, muktedir tarafının, otoritenin gücünü ve kolluk kuvvetlerini temsil ediyor. Ya sivil ya polis dediğimizde ilk aklınıza gelen çağrışımda olduğu üzere biz biraz bunu da tartışmak istiyoruz Bunun Türkiye'de içinde bulunduğu durum, resmiyetle ilişkisi bakımından biraz farklı.
Enes Batman:
Benim burada özellikle odaklanmak istediğim kısım Türkiye'de sivil alanın güvenlikçi söylemin tesiri altında kalarak adeta bir polis memuru gibi çalışmaya başlaması. Tabii "polis memuru gibi" derken, polis memurlarının kötü insanlar olduğunu iddia ederek söylemiyorum bunu. Polisin bir işi vardır, bir yerde hukuka uygun olmayan bir şey varsa onu yakalayıp devlete teslim eder. Devlet de mahkeme yoluyla o kişinin cezasını keser. Fakat sivil toplumun, sivil toplum kuruluşlarının birazcık daha dönüştürücü (yani suçlu devlete şikayet etmekten öte suçun oluşmasını önleyici) bir yönü olması gerekiyor. İyi şeyleri teşvik edici, değiştirici, dönüştürücü bir yanının olması gerekiyor.
Bizde sivil toplum kuruluşları özellikle son yıllarda yalnızca polis memuru gibi işlemeye başladı. Bir şeyleri devlete şikayet etme odaklı çalışan bir kesimin, bir fraksiyonun sözcüsü olan yerlere dönüştü bunlar. Dolayısıyla burada çok ciddi bir tehlike doğuyor. Tamamen devletin sopasında bir parmak da benim olsun, birazcık da ben tutabileyim gibi bir çabaya girmiş durumdalar. Bunu çok tehlikeli buluyorum! Sivil toplum üzerindeki bu etki; düşünsel hayata, akademiye, kültüre, medyaya her şekilde daha fazla yansıyor. Çünkü sivil toplum kuruluşlarının bir ülkedeki iklim üzerinde bizim belki de ilk anda aklımıza gelemeyecek kadar yoğun bir etkisi var.
Bugün içinde bulunduğumuz süreç, bizi bir polis toplumuna doğru itiyor. Bu durum üzerine kafa yorarken; Türkiye'de 15 Temmuz'dan sonra güvenlikçi söylemin ciddi derecede arttığını, milliyetçiliğin hızla yükseldiğini de akılda tutmamız gerekiyor. İnsanlar durduk yere böyle olmuyor. Mesela devlet diyor ki ben CİMER diye bir şey kurdum, eğer FETÖ'cü bir akraban, mesai arkadaşın varsa bana şikayet et. Dolayısıyla senden bir nevi polislik yapmanı bekliyor. Toplumu birbirine karşı polis haline getirirsek toplumsal güven tamamen kırılır. Öte yandan öyle bir sıkışmışlığın içindeyiz ki, bugün bizim güncel hayata dair sorunlarımızı çözebileceğimiz, birçok tıkanıklıkta başvurabileceğimiz tek resmi adres de CİMER. Böyle bir denklemde yaşadığımızda biz de ister istemez her birimiz, günlük hayatımızda maaşını almayan fakat her an cop taşıyan polis memurlarına dönüşüyoruz.
Burada şunu da ayrıca vurgulamak isterim: Hiç kimseye "haksızlık gördüğünde neden müdahale ediyorsun, bırak onu devlet yapsın" demiyoruz. Elbette her birimiz haksızlıklara müdahale etmeliyiz. Bu konuyla alakalı bir şüphemiz yok. Bizim derdimiz insanların sistemi korumak adına adeta paranoyak bir şekilde eşini dostunu izlemesi ve herkese şüpheyle yaklaşması noktasında. Sivilliğin silinip herkesin polisleşmesinden yakınıyoruz!
Ben buradan tekrar Abdussamed'e bırakayım sözü. O, kişilerin değişmesiyle alakalı bir şeyler söylemek istiyordu. Oradan devam ederiz, teşekkür ederim.
Abdussamed Çağlıyan:
Evet, Enes’in özetlediği, bahsettiği kısım, hususiyetle ülkemizin yaşadığı şey; sivil toplum kuruluşlarının ve bunun etrafında insanların, kişilerin polisleşmesi. İklimden kaynaklı bir durum yani. Artık kültürel hayatımız tamamen buna uygun, daha doğrusu bunu tetikleyecek tarzda. Türkiye halen cumhuriyetin kuruluşundan bu zamana kurumsallaşma sürecini ve demokratikleşme sürecini nihayete erdirmiş bir ülke değil. Bu yüzden sürekli tetikteyiz. Tüm kurumları, insanları, yayınları… Bunların hepsini bir paranoya üzerinde okumamız ne kadar sağlıksız bir ortamın içinde olduğumuzu gösteriyor.
Buna önerebileceğimiz bir çözüm var mı? Elbette var. Madem ki sorun doğrudan doğruya sivil alanın maruz kaldığı bir kuşatma üzerine ise biz bu kuşatmayı sivil alandan ve aslında sadece belli bir seçim ekseninde siyasal katılım gösteren bütün bir toplumdan, bütün vatandaşların üzerinden kaldırmak durumundayız.
Yani yöntemsel olarak belli bir ideolojik çevre, kendisini işte dernekleştirerek kurumsallaştırmak isteyebilir. Bununla ilgili bir çalışma yürütmek isteyebilir. Çünkü onun da meselesi aslında insanlara dair söyleyeceği söz ya da bir reçete sunmak. Fakat bahsettiğimiz husus siyasal katılımla alakalı, doğrudan yönetmeye, yani politikaya dair bir şey üretmek ise burada tercih etmesi gereken iki yol oluyor. Ya sivil toplum içerisinde o sivil politikaları, sosyal politikaları destekleyecek bir uzmanlık alanı oluşturması ya da doğrudan bu politikaların üretim mekanizmasına dahil olmanın yollarını araması. Yani siyasi parti kurması.
Bir diğer husus ise insanların kendi varlıklarını herhangi bir güce dayandırmak zorunda olmaması gereken bir toplumu kurabilmek. Herhangi bir kamusal iş yaptığımız zaman şununla karşılaşırız: Sen kimsin, kimlerdensin, arkanda kim var, yanında kim var? Tavır için de bununla çok muhatap olduk. Bir tarafsızlık ve kimliksizlik önermiyorum. Ancak ben özgün olarak bir tarafa sahip olabilirim, yeni yaklaşımlar geliştirebilirim. Asla kendimi vatanın, milletin, devletin muhafızı olarak görmek zorunda da değilim. Kendimi a görüşünün, b grubunun muhafızı olarak tanıtmak, böyle bir kimlik bulmak zorunda değilim.
Aidiyet ve kimlik bunalımı çözülemediği için ya da buna dair çözüme elverişli bir ortam sağlayamadığımız için doğan bu çatışma, kurumları da buna göre dönüştürüyor. Siyasal kültürü de, toplumsal söylemi de, kişilerin yaklaşımlarını da buna göre dönüştürüyor.
Peki buradan nasıl bir çözüme ulaşacağız? Bireyleri muhatap alan bu kısmın en büyük problemi siyasal söylem. Siyasetçilerin, siyasi partilerin bunu besleyen söylemler geliştirmesi. İşte Türkiye'de bir göçmen meselesi var. Buna dair birisi nefret söylemi geliştiriyor, diğeri ise çok radikal toz pembe bir söylem geliştiriyor. Ortasını bulamıyoruz. Sorunu konuşamıyoruz. O yüzden öncelikli olarak siyasetin dilinde bu dönüşümü mecbur bırakacak bir söylem ve entelektüel üretime ihtiyacımız var.
Yaşadığımız ortamın bu müdahaleden uzak kalışını sağlamamız lazım. Siyaset kurumu, en asgari anlamda sivil söylemin özgürce üretebileceği şartları sağlamak zorunda. Bunun için de sivil toplumun, sivil toplum kuruluşlarının ve medyanın güçlendirilmesi ve özgürleştirilmesi lazım.
Ben de böyle toparlayıp son sözü Enes'e bırakayım.
Enes Batman:
Ben tabii burada önceki söylediğim yerden bir iki şeyi de ekleyerek hızlıca bitirmek isterim. Şimdi burada güvenlikçi söylemin yükselmesiyle beraber Türkiye'de bu polisleşme arttı demiştim. Biliyorsunuz Türkiye'de trendler sadece Türkiye özelinde oluşmaz. Özellikle Avrupa'dan çok yoğun şekilde etkileniyoruz. Burada mutlaka vurgulamak isterim, güvenlikçi söylemler ve aşırı sağ ne yazık ki tüm dünyada büyük bir yükselişte. İşte İtalya'daki durumu görüyoruz. Orada da insanlar, aileler bir paranoya seviyesinde güvenlik söylemi geliştiriyorlar. Orada da tıpkı Türkiye’dekine benzer bir manzara olduğuna dair onlarca haber, yazı geliyor. Oradaki STK’lar da gerçekten “devlet şunları dövse de rahatlasak” özetli birçok açıklama yapıyorlar.
Polis olmanın şu kısmı da var, bu bir kahramanlık. İnsanlar bu kadar büyük bir çabayı gösterirken kendilerinin bir kahraman olduğunu düşünüyorlar. Çünkü devlet bize bazı paketler veriyor. Düşünme paketleri de onlardan bir tanesi. Biz onu korursak kahraman olacağımız için böyle bir hisse kapılıyoruz. Burada şuna mutlaka dikkat etmeliyiz: Üretilmiş kahramanlıklar genellikle gerçek değildir ve biz burada adil olanı kahramanca olana tercih etmek durumundayız.
Burada bir şey daha söylemek istiyorum bu kahramanlıklarla alakalı. Bir yandan da devlet, bazı kavramları bazı dönemlerde tekrar öne çıkartıyor. Mesela "yerli ve milli" kavramı gibi. Bazılarının ise "gayrı milli" olduğu söylenir ve bu artık bir kez tartışmaya açıldığında hiç kimse “yerli ve milli acaba doğru bir ölçüt mü” gibi bir tartışmaya giremez. Herkes “ben daha yerli ve milliyim” yarışıyım girer ve ucu alınamaz bir süreç başlar. Korkunç bir radikalleşmeye doğru götürür bizi.
Türkiye'de de aşağı yukarı böyle bir şey oldu. Yani yerli ve milli kavramı ilk kullanıldığında muhalefetin çıkıp “Biz yerli ve milli kavramını aslında çok da makul bulmuyoruz, bu kavram şu açıdan problemli falan olabilir” diyecek lüksü yoktu. Zaten böyle şeyler siyasal alanda da tartışılmaz. Dolayısıyla biz daha yerli ve milliyiz demek durumunda kaldılar. Daha yerli daha milli diye diye bugün aşırı sağ partilerin Türkiye'de de gündem belirlemeye başladığını görüyoruz. Bu yüzden siyasi partiler böyle yarışlara girse bile, bizim elimize tutuşturulan rozeti bir kenara bırakıp sivil bir düşünme biçimi geliştirmemiz ve yanlışların önünü sivil alandan kapatmamız gerekir.
Dinleyen herkese tekrar teşekkür ederim. Konuşmamı bir soruyla tamamlamak istiyorum:
Türkiye'de -bugün iktidarla mesafesi bakımından başta muhafazakar çevreler olmak üzere- sivil alanın tüm özneleri artık acilen karar vermeli: Sivil mi olacaksınız yoksa polis mi?