Müslümanların Endülüs’te kalan son hakimiyet bölgeleri olan Granada’nın kaybedilmesiyle İspanya topraklarında yaşayan Müslümanlar ve Museviler çoğunlukla kıtayı terk etmek zorunda kalmıştı. İspanyollar için mutlak bir zafer olan bu gelişmeyle beraber İsabel ve Fernando evlenmiş, İspanyol güçleri bir araya gelmişti. İsabel, mızrağının ucuna taktığı narın yanında başka gelişmeler de istiyor olmalıydı ki Kolomb’a seyahat emri vermesi de yine bu seneye denk geliyordu. 1492’de sefere çıkan Kolomb’un karşılaştığı kıta ve halklarla yeni hedef belliydi: Yeni Dünya. Zenginlik ve güç getirecek olan Yeni Dünya’daki gelişmeler, yüzyıllar sürecek bir zincirin temeli olacaktı.

Ulaşılan bu Yeni Dünya’daki yerli halkların, hem Kolomb'a hem de ondan sonra gelen diğer Avrupalılara karşı gösterdiği misafirperver ve cömert tavırlardan bahsedilecekti. Hatta Kolomb, günlüğünde yerli Amerikalılardan saygılı bir hayranlıkla söz etmişti: “Bu yerliler, dünyanın en iyi, en nazik insanları. Kötülüğün ne olduğunu bilmiyorlar, çalmıyorlar, öldürmüyorlar.” Amerika, 1492 yılında yeni bir dünya olarak benimsenmişti ve sonraki yıllarda İspanyol Hristiyanlar oraya yerleştirilmişti. Bu tarihten sonraki 50 sene içinde farklı görevler için gidenlerin çoğunluğundan aynı ses ve ton çıkmıştı, farklı çıkan seslerden birisiyse izdüşümü yüzyıllar sonraya kadar ulaşacak bir tınıya sahipti.

Bartolome de Las Casas, kıtanın yerli halklarına Hıristiyanlık inancını tebliğ etmek için Amerika'ya gitmiş bir papazdı. Başlangıçta farklı fikirlerle ulaştığı kıtadaki ilerleyişe ve bu ilerleme sonucu yaşananlara gözleriyle şahit olmuştu. San Juan ve Jamayka, Küba, Nikaragua, Guatemala, Panuco, Yucatan, Santa Marta, Peru gibi birçok bölgede denk geldiği ve duyduğu hadiseler, din adamı kisvesiyle bulunduğu kıtada kendisine ayrı bir sorumluluk yüklüyordu. Kıtada yaşananları, kıtanın yerli halklarına yaşatılanları kabul etmeyerek İspanyol Prensi’ne bir mektup yazmaya karar verdi. Şahit olduğu her şeyi özet halinde sıralayarak yaşanan vahşeti gözler önüne serdi.

Kıtada İspanyolların girdiği ilk bölgede yaşananları şu şekilde aktarmıştı: “…Çocuklar suya düştüğünde: "Kımıl kımıl oynuyorsun, seni komik şey seni!" diyerek gün geçtikçe daha da iğrençleşiyorlardı. Çocuklarla annelerini ve önlerine çıkan herkesi kılıçtan geçiriyorlardı. İsa’yı ve 12 havariyi kutsamak ve saygılarını iletmek için uzun darağaçları kuruyorlardı. Ayakları yere neredeyse değecek şekilde, 13 kişilik gruplar halinde onları bağlıyor, ateşe veriyor ve diri diri yakıyorlardı. Bazıları ise, bütün vücutlarına kuru saman yapıştırıyor ve bu şekilde ateşe veriyorlardı. Diğerlerinin ve hayatta bırakmak istedikleri herkesin ellerini kesiyorlardı. Elleri sarkar durumda, onlara: "Gidin, mektupları götürün" diyorlardı. Bu, ormana kaçanlara haber götürmek demekti.” (Kızılderililer Nasıl Yok Edildi, Bartolome de las Casas, Şule Yayınları, 1999 İstanbul)

Yine kıtanın bazı bölgelerinde kurulmuş yönetimlerden olan Maguana ile ilgili şunları yazmıştı: “Üçüncü krallık ve derebeylik Maguana idi. Bugün adanın en iyi şekerinin yetiştirildiği hoş, son derece sağlıklı ve verimli topraklardı buralar. Kralın ismi Caonabo'ydu. Hizmetinin kalitesi, saygınlığı ve törenleri diğer bütün krallarınkinden üstündü. Hristiyanlar büyük bir kurnazlık ve hainlikle ülkesinde barış içinde yaşayan bu kralı yakaladılar. Castilla'ya götürmek üzere bir gemiye bindirdiler. Tanrı bunun büyük bir haksızlık ve adaletsizlik olduğunu yine göstermek istedi. Limandan kalkan 6 gemi ile birlikte, o gece hepsini batıran bir fırtına yolladı. Zincirlere ve demirlere vurulmuş Caonabo ile beraber gemilerdeki bütün Hıristiyanlar da boğuldular. Bu hükümdarın kendisi gibi yiğit ve cesur üç veya dört erkek kardeşi vardı. Bunlar, kardeşleri kralın haksız tutsaklığını, Hıristiyanların diğer krallıklarda yaptıkları yıkımları ve katliamları görünce -özellikle kardeşlerinin öldüğünü öğrendikten sonra- saldırıp intikam almak istediler. Bu yüzden silaha sarıldılar. Hıristiyanlar ise bir kısmı atlı (yerlilere karşı en tehlikeli silah buydu) olmak üzere hücuma geçtiler. Ortalığı yakıp yıkarak, halkı öldürerek krallığın yarısını yok ettiler.” (Kızılderililer Nasıl Yok Edildi, Bartolome de las Casas, Şule Yayınları, 1999 İstanbul)

Bartolome de las Casas’ın bu aktarımlardan sonra verdiği mücadelelerle kıtadaki yerli halkların statüsü ve uygulanması gereken muamele tartışma konusu olmuştu. Bu muamelelerle ilgili tartışmaları yapmak için İspanya Kralı tarafından Valladolid’de bir konsey toplanmıştı. Burada fikirlerini beyan eden Dominiken Rahibi Bartolome de las Casas’ın karşısına çıkan isim yine bir Dominiken Rahibi olan Juan Gines de Sepulveda’ydı.

Sepulveda'nın kıtada yaşananları meşrulaştırmak için öne sürdüğü ilk iddiası, Amerika yerlilerinin "barbar, sıradan, cahil ve eğitimsiz, mekanik beceriler dışında hiçbir şey öğrenme kapasitesi olmayan hayvani canlılar, kötülük ve zulüm dolu yaratıklar ve ötekiler tarafından yönetilmesi önerilen bir kitle" oldukları üzerine kuruluydu. İkinci iddiası, "Yerliler, istemeseler bile, özellikle putperestlik ve insan kurban etmek gibi kafir gelenekleri yaşayarak kirlettikleri doğa yasaları ile ilahi kudrete karşı çıkmaktan dolayı işledikleri suçların cezalandırılması ve ıslah olmaları için İspanyol boyunduruğunu kabul etmek zorundadırlar" şeklindeydi. Üçüncü gerekçesi, İspanyolların ilahi kudret ve doğa yasasının, (Yerlilerin) her yıl putlara kurban ettikleri çok sayıda masum insanlara zarar vermeleri ve büyük felaketlere yol açmalarının engellenmesi için uygulamak zorunda olmaları üzerine inşa edilmişti. (Avrupa Evrenselciliği İktidarın Retoriği, Immanuel Waillerstein, Aram Yayıncılık, 2007 İstanbul)

Konseyde beyan edilen bu fikirlere karşı, onların Hristiyan ilahiyatının müsaade edemeyeceği bir zihin dünyasında yaşadıklarını savunacak kişi, Bartolome de las Casas’tı. Las Casas, ilk argümanı birkaç değişik yoldan çürütmüştü. İlki, barbar kelimesinin çok sayıda ve oldukça esnek anlamlarda kullanıldığını göstermesi oldu. Las Casas, bir insan zalimane edimlerinden dolayı barbar olarak tanımlanıyorsa eğer, bu tür insanların dünyanın dört bir tarafında da bulunabileceğini söylüyordu.

Las Casas'ın ortaya koyduğu ilk sorun, yargılama ve hüküm verme meselesiydi. Örneğin, Hristiyan toprakları üzerinde yaşayan Yahudi ve Müslüman topluluklarının devletin yasalarına uymaları gerekebileceği, fakat kendi dinlerinin gerekliliklerini yerine getirdikleri için cezalandırılamayacaklarını belirtiyordu. Kilise, Hristiyan topraklar üzerinde yaşayan, ama Hristiyan olmayan sakinler üzerinde hüküm verme yetkisine sahip değilse eğer, öyleyse, doktrinleri hakkında en ufak bir fikri olmayan insanlar üzerinde hüküm verme yetkisini iddia etmesi tamamen mantıksız bir durum oluşturuyordu. Sonuç olarak, putperestlik yalnızca Tanrı tarafından yargılanabilirdi. (Avrupa Evrenselciliği İktidarın Retoriği, Immanuel Waillerstein, Aram Yayıncılık, 2007 İstanbul)

Las Casas; savaşın, farklı inançlar karşısında onları ikna etmeye götürecek bir yol olmadığına inanıyordu. "Asıl hakikat, mızraklarla değil; Tanrının sözüyle, Hristiyanca bir yaşam anlayışıyla ve aklın hareketiyle yayılır” diyerek yüz yıllarca takdir edilecek ve zihinlere kazınacak mottosunu oluşturmuştu.

Ulaşılan “Yeni Dünya”; beraberinde yeni acılar, yeni sorunlar, yeni tartışmalar, yeni duruşlar da getirmişti. Yeni Dünya zenginlikti, iktidardı, güçtü, sömürülmeye müsait topraklardı. Ve Yeni Dünya karşısında farklı duruşlara sahip iki ilahiyatçı vardı.