İnsan sonlu bir varlık. Hayatı, yetenekleri ve imkanları sınırlı. Bu sınırlar bazen doğuştan geliyor, bazen çevreden kaynaklanıyor ve bazen de inşa ediliyor.
İnsan medenileştikçe sınır inşa etmeye başladı. Yerleşik hayata geçiş ve çitleme ile zirveye ulaşan bu sınır çizme hali çılgınca sürüyor. Son yüzyılda, yüzlerce yeni sınır çizildi. Bunların bir kısmı siyasi haritaları belirleyen sınırlardı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra belirginleşen pasaport uygulamaları ulaşım imkanları geliştikçe daha da katı bir hale geldi.
Şimdi ise modern bir ikilem yaşıyoruz. Bir taraftan yeryüzünün herhangi bir yerine gitmek için izin almanın onur kırıcı yanını görüyoruz, diğer taraftan sınırsız göçün doğuracağı tehlikeleri hesaplıyoruz.
Mesela İstanbul’dan Edirne’ye hiç kimseden izin almadan gidebiliyoruz. Fakat biraz daha ilerleyip Filibe’ye gitmek istersek “resmi mühür ve imza” gerekiyor. Aynı şekilde İstanbul’dan Kars'a elimizi kolumuzu sallayarak gidebiliyoruz. Fakat biraz daha ilerleyip Gümrü'ye gidemiyoruz.
Bugün Türkiye’de dünyaya gelen bir bebeğin Edirne'ye gidip Filibe’ye gidememesini nasıl açıklamalıyız? Edirne “bizim”, Filibe “onların” mı? Biz kimiz, onlar kim? Edirne'yi bizim, Filibe’yi onların yapan şey nedir? Konuşmayı bile bilmeyen bir bebeğin Edirne’ye sahip olmasını sağlayan şey nedir?
Modern ulus devlet işte böyle bir şeydir. Doğduğun an sana bir “biz” verir. Yeryüzünün tamamının hepimizin olduğunu düşünebileceğin bir ufka izin vermemek için de bu bizi her haliyle besler. Okulla, medyayla, orduyla ve yeni aygıtları sayesinde seni; Edirne’ye sahip olmakla övünür hale getirir. Nihayetinde dünyanın belli bir metrekaresinin sahibi olduğun için kıvanç duyar, geri kalanını görmenin izne tabi olmasını yadırgamazsın bile.
Öte yandan devletlerin sınırlarının olmadığı ihtimalde ise tüm dünyanın (bugün kısmen olduğu gibi) Avrupa’ya ve Amerika’ya göç etmeye çalışacağını ve bu sayede o bölgelerde oluşacak nüfus yoğunluğu ile sözkonusu ülkelerin de cazipliğini yitireceğini tahmin etmek güç değil.
Öyleyse bu ikilemde, insan onuruna ve adalete en uygun olan formülü nasıl bulacağız?
Bunun için öncelikle yeryüzünün hepimizin olduğunu içselleştirmeliyiz. Modern devletlerin uydurduğu kimliklere sımsıkı sarılmayı bırakmalıyız. Kim olduğumuzu, “bizi ve onları” resmi tarihten öğrenemeyeceğimizi kavramalıyız. Bunu başarmak göründüğünden çok daha zor olabilir.
"Kim olduğumuzu, “bizi ve onları” resmi tarihten öğrenemeyeceğimizi kavramalıyız."
Yeryüzünün hepimizin olduğunu içselleştirdiğimizde herhangi bir toprak parçasının “bizim” olması için kan dökmeyi de reddetmiş olacağız. Mülkiyete ve kimliğe bakışımız değişecek. Ötekinin neden öteki olduğunu düşünmek bizi daha barışçıl bir hale getirecek. Emperyal, otoriter ve sömürücü yaklaşımlara karşı durup kaynakların adil bölüşümü için kafa yormaya başlayacağız.
Temel odağımız gelişmiş ülkeleri göçten korumak değil, zorba rejimler altında emeği sömürülen insanların göçe muhtaç olmasını önlemek olacak.
Bu paradigma değişimi gözümüzün önündeki perdeleri büyük ölçüde kaldıracak ve zihnimiz barış içinde düşünme fırsatını bulacaktır. Buradan sonra somut çözümleri düşünmeye başlayabiliriz. Elbette kısa vadede gerçekleşmesi mümkün olmayan bu teklif tek başına yeterli olmayacaktır.
Bu sürede göçe mecbur kalan insanları mutlaka korumalıyız. Bu sayede hem insanların sağlığını ve onurunu güvence altına almış hem de yeryüzünün hepimizin olduğunu ilan etmiş olacağız. Göçmenlere yöneltilen öfkenin temel referans noktasının kutsanmış kimlikler ve üretilmiş düşmanlıklar olduğunu ne kadar çok kişi fark ederse çözüme o kadar hızlı ilerleriz.
Ve tabiki yasal güvenceleri geliştirmeli ve uygulamasını denetlemeliyiz. İlk olarak sınır geçişlerinin yazılı, belirli ve eşit şartlarla belirlenmesi bile bugün yaşanan keyfiliği ve zalimliği bir nebze olsun kıracaktır. Mevcut yasalardaki boşlukların, özellikle Avrupa’da büyük bir keyfilik doğurduğu açıktır.
Göçmen, kaçak, geçici sığınmacı, mülteci gibi kavramların doğru kullanımı hakkında titizlik göstermeli ve medyanın manipülatif hamlelerine karşı daima teyakkuzda olmalıyız. Göçmenler hakkında politika geliştirmek için iktidarları zorlamalı, ırkçı sesin gürültüsünü bastırmalıyız.
Göçmenlerin terk etmek zorunda kaldığı ülkelerdeki şartları iyileştirmek içinse insani yardımları artırmalı ve barışı desteklemeliyiz. Yeryüzü hepimizin derken, bir yeri mecburen terk etmenin de kabul edilemez olduğunu unutmamalıyız. Göçü bir mecburiyet olmaktan çıkarmalıyız ki tercihin yöntemlerini konuşabilelim.
Türkiye’nin bu konuda geçmişten bugüne gelen hataları hepimizin malumu. Bir göçmen politikası üretmeyerek hatayı katmerlemeyi de sürdürüyor. Ancak bu konu çok uzun olduğu için yazının ikinci bölümüne bırakmak üzere şimdilik burada bırakıyorum.